ÖLÜLER KONUŞAMAZ - Sen Gideli 11 Yıl Oldu

Ölüler Konuşamaz

 

Herkese selam,

Size son zamanlarda okuduğum ve çok beğendiğim bir kitaptan bahsetmek istiyorum . Ölüler Konuşamaz, Dilara Keskin'in okuduğum ilk kitabıydı. Benim için çok güzel bir deneyimdi ve ben de bunu hem hatıra olarak kalması için bloga yazmak hem de sizlerle paylaşmak istedim. Lafı fazla uzatmadan kitabın konusuna geçiyorum.

Gökçe, Yankı, Erdem, Burcu ve Hakan lise son sınıfa giden beş kişilik bir arkadaş gurubu. Hayallerinin gerçek olduğu, üniversite sınavının sonuçlarını açıklandığı gün beraber kutlama yapmak için dışarı çıkıyorlar. Burcu tuvalete gitmek istediği söylüyor ve bir kapalı kermes alanına uğruyorlar. Burcu karanlıktan korktuğu için Gökçe de onunla beraber gidiyor. Ancak onlar içerideyken Gökçe esrarengiz bir şekilde kayboluyor ve daha sonra bir çöplükte iç çamaşırlarıyla bileğine siyah bir kurdele bağlanmış olan cesedine ulaşıyorlar.

Gökçe'nin katili bulunamıyor ancak olaydan 11 yıl sonra başka bir kadın yine bileğinde siyah bir kurdeleyle ölü bulunuyor. Bu da katilin tekrar harekete geçtiğini gösteriyor ve Gökçe'nin yıllar önce kapanan cinayet dosyası tekrar açılıyor. Yankı, Erdem, Burcu ve Hakan tekrar bir araya geliyorlar. Gökçe'nin en yakın arkadaşı olan Yankı, geçen sefer hiçbir şey yapamadığı için vicdan azabı çekiyor ve Erdem ile Gökçe'nin katilini aramaya karar veriyorlar.

Kitap 2005 ve 2016 yılları arasında gidip geliyor. Yaklaşık 500 sayfa ama hiç sıkmıyor. Ben iki günde bitirdim. Kitap bir gençlik romanı, bu yüzden okunması çok zevkli. Özellikle herkesi son derece minnoş gösterdikten sonra arkada dönen entrikalar çok eğlenceliydi. Kim kime aşık, kim kimin sevgilisi, kim dürüst, kim yalancı anlayana kadar canım çıktı. Kitabın sayfalarını her çevirdiğimde sırlarla dolu bir sandığın kapağını aralıyor gibi hissettim. 

Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim, benim de adım Gökçe ve kitaptaki iki kelimeden bir "Gökçe'nin ölümü", "Gökçe'nin cinayet dosyası", "Gökçe'nin katili" gibi şeyler olunca biraz garip bir duruma düşmüş gibi oldum. Benim için çok farklı bir deneyimdi.


Elbette kitapta "Keşke böyle olmasaydı" dediğim noktalar oldu ama bunu şimdi spoiler vererek anlatacağım. Bu yüzden eğer kitabı okumadıysanız alttaki paragrafı atlayabilirsiniz.

Öncelikle bazı duyguları daha iyi hissetmek isterdim. Gökçe'nin ölmeden önce bir şeylerin ters gittiğini anladığı zaman o birkaç saniyede hissettiği endişeyi ve korkuyu daha net anlamak isterdim. Ya da anne ve babasının ölmeden önce emanet edildiği evde teyzesinin kocası tarafından tacize uğradıktan sonra anne babasının mezarına gidip ağladığı yerde hissettiği çaresizliği daha fazla hissetsem daha güzel olabilirdi.   Ama tabi bunlar çok ince ayrıntılar, eğer siz benim gibi bir kitabı okurken didik didik etmiyorsanız fark etmemiş bile olabilirsiniz. 

Katilin kim olduğunu öğrendiğimde çok da ters köşe olmuş gibi hissetmedim. Büyük ihtimalle çok fazla bu tip kitap okuduğumdandır, yazar her ne kadar katilin kim olduğu konusunda ilgiyi hiç bir karakter üzerine çekmese de ben  Semih'in sakin tavırları altında bir psikopatlık yattığını tahmin etmiştim. Ve de bence katilin kim olduğunu öğrenme şeklimiz de çok saçmaydı. Yıllarca bu cinayetin yüküyle yaşamış katil, birden bire "Evet bendim" demesi ve birden bire durup cinayetin tüm detaylarını anlatması hikayenin içinde sırıtmış. 

Her şeye rağmen Ölüler Konuşamaz benim için çok güzel bir deneyim oldu ve her zaman kitaplığımın baş köşesinde duracak. Siz de okumadıysanız ve bu tarz kitapları seviyorsanız kesinlikle denemenizi öneririm. 

💬"Her zaman daha kötü bir hayat vardır. Sen, yaşayamayan tüm insanlar için yaşayabildiğin kadar yaşa. Sınırlarından ve onları aşmaktan korkma. Zincirlerin seni sıkmasına izin verme. Yasını tut, ama ne olursa olsun yaşa."

💬"Kendini korumayı öğrenmen lazım," dedi Gökçe. "Avazın çıktığı kadar bağıramazsan zamanla susmaya mahkum hale gelirsin."

THE QUIN'S GAMBIT

 The Quin's Gambit

Merhaba,

Size son zamanlarda-hatta 2020 yılında- izlediğim en iyi diziden bahsetmek isterim. The Quin's Gambit, 23 Ekim 2020'de çıkan ve Türkiye dahil bir çok ülkede oldukça sevilen bir Netflix orijinal mini dizisi.  Ülkemizde satranç o kadar da popüler olmasa da çok sevildi, eleştirmenlerden tam not aldı ve Netflix Türkiye'de Top 10'a girmeyi başardı. Ben de bu yayında biraz bu diziyi övmek istedim. Eğer ilginizi çekerse fragmanın linkini aşağıya bırakacağım.

Dizinin konusuna gelecek olursak, 9 yaşındaki Elizabeth Horman annesiyle geçirdiği bir trafik kazasında yetim kalıyor. Kimsesi olmayan Beth, yetimhaneye veriliyor. Kaldığı yetimhanenin hademesi Bay Shaibel'ı satranç oynarken görünce kendisine de öğrettiriyor. Böylece pazar günleri bodrumda Bay Shaibel satranç öğreniyor. İlk başlarda pazar günleri eğlence açısından oynasa da aslında Elizabeth bir satranç dehası. Yıllar geçtikçe evlat edinilen Beth, büyüdükçe bu işi profesyonelliğe de taşıyor. Ancak geçmişteki yaralarını kapatmak için yetimhanede sakinleştiriciye, evlatlık alındığı annesi sayesinde (!) de alkole başlayıp ve bağımlı hale gelecektir. Yani evet, karakterimiz ilaç ve alkol bağımlısı olan bir dahi.


Aslında dahi mi o biraz tartışılır, hani derler ya dahilikle delilik arasında ince bir çizgi vardır diye. İşte Beth hangi tarafa geçeceğine karar verememiş gibi. Yani onda ikisinden de biraz-biraz değil, fazlasıyla var.

Gelelim benim bu diziyi beğenme nedenime. Dizinin başında 9 yaşında olan Beth, sezonun sonunda 20'li yaşlarının başına geliyor. Yani biz ana karakterimizin hem bedensel, hem de özellikle ruhsal açıdan ne kadar geliştiğini ve büyüdüğünü izliyoruz. 


Dizi 50'li yılların ortasından 60'lı yılların sonlarına kadar olan bir dönemi anlatıyor. Yani o dönemin mekanları, havası ve kostümleri çok güzel gösterilmiş. Kostüm demişken, Beth'in sezon boyunca giydiği kostümlerin satranç tahtası temalı olmasına kadar düşünmüşler.


Dizi de klişeler var mı evet, Netflix'in artık kalıbı haline gelmiş bazı sahnelerden burada da var ama diğerlerinin aksine suyunu çıkarmamışlar. Yukarda Beth'in bedensel olduğu kadar ruhsal büyüyüşüne de tanık oluyoruz demiştim. Yaptığı hatalar, verdiği doğru- yanlış kararların sonuçlarına katlanmasını izliyoruz.

Dizide bazı konulara da dikkat çekiliyor. Mesela Beth'in popülaritesi artmaya başladığında kendisinin dikkat çekme sebebinin yeteneğinden çok cinsiyeti olduğunu fark etme süreci, alkolü bırakmaya çalışırken kadehlerin gözüne gözüne sokuluyormuş gibi hissedip kendini zorlamasını didaktik bir şekilde değil de, çok sade ve gözümüze sokmadan işlemişler.

Ben satrancı sadece temel seviyede biliyorum buna rağmen karakterler satranç oynarken 'ne oluyor?' diye düşünmedim. Oyunculuklarıyla, yönetmenliğiyle o an maçın kimin lehine gittiğini anlıyorsunuz.

Son olarak ben bu diziyi çok sevdim. Size de kesinlikle öneririm. Özellikle satrançtan birazcık olsun anlıyorsanız, hatta konuşulan terimlere kulak aşinalığınız varsa kaçırmayın derim.

Fragman için buraya tıklayın

Kar Küresi

KAR KÜRESİ


Kısa bir aradan sonra herkese merhaba,

Bugün bahsedeceğim kitap son zamanlarda oldukça popüler olan Beyza Alkoç'un geçtiğimiz yaz çıkan kitabı Kar Küresi. Yazar genellikle Karantina serisiyle tanınsa da basılmış on, yazım aşamasında da üç kitabı var. Ayrıca Kar Küresi'nin ikinci kitabı olan Kar Tanesi de 2021 içerisinde geleceği düşünülüyor.

Kitabın konusuna gelecek olursak, Eylül 18 yaşında sosyal anksiyete bozukluğu, panik atak ve majör depresyon teşhisleri konulmuş bir genç kız. Kısaca toplum içine çıkamıyor, sosyalleşemiyor, ve durduk durmadık yere depresyona giriyor. Ailesi onu sosyal hayata alıştırmak için Bolu Abant Gölü bölgesinde, ormanın ortasında Kar Küresi adında bir psikolojik destek merkezine gönderiyor. Eylül en başından beri burayı bir akıl hastanesi olarak gördüğü için onu buraya tıkan ailesine de doktorlarına da çok sinirli. Kitabın olayı da Eylül ve bu tesiste edindiği arkadaşlarıyla aynı ormandaki başka bir binanın gizemini çözmeleri. Bu binayı nasıl keşfettikleri, özellikle de neden bu binanın bu kadar tuhaf bir yer olduğu yazmak isterdim ama spoiler vermek istemem.

Bir de kitap bir Beyza Alkoç kitabı olduğunda ve okuyucuların yüzde sekseninin 12-20 yaş arası olduğu için kitap bir aşkı da konu alıyor. Hikayemizin jönü de Merih. Merih obsesif kompulsif hastası. Yani bir ton takıntısı var. Bunlarda biri de eldivensiz hiç bir yere dokunamaması. Bu eldivenler önemli çünkü kitabın bir çok yerinde kendisi için 'Eldivenli Çocuk' lakabı kullanılıyor.



 Ben kitabı kesinlikle tavsiye ediyorum. Genellikle konu aşk edebiyatı olduğunda bıkkınlık verici bir romantizm olurken bu kitapta gerilimle dengelendiği için bence diğer kitaplardan ayrılıyor. Yalnız şunu söylemeliyim, kitabın gerilim bölümü biraz geç başlıyor. Yani 375 sayfalık kitabın neredeyse ilk yüz sayfasında hareketli ,insanı gerecek bir şey olmuyor. O kısımlarda kimileri "ee hani" moduna girebilir. Ama bence kesinlikle bırakmadan devam edilmeli çünkü sonra olaylar öyle heyecanlı gelişmeye başlıyor ki ben son sayfayı okuyup kitabı bırakınca bile gelip geçip "kitap çok iyiymiş ya" deyip durdum. İkinci kitap Kar Tanesini de heyecanla bekliyorum. Eğer siz de bu kitabı okumak isterseniz ille de satın almak zorunda değilsiniz, Wattpade ücretsiz üye olarak Kar Küresini de, yazarın diğer kitaplarını da online olarak okuyabilirsiniz.

Eğer bu blogta bir kaç tane daha kitap önerisi okuduysanız bilirsiniz ki yazının sonunda kitaptan en sevdiğim satırları yazının sonuna eklerim. Ancak şunu söylemeliyim ki bu yayında bunu yaparken çok zorlandım. Çünkü kitapta o kadar çok harika paragraf var ki hangisini seçeceğime karar vermek gerçekten zor oldu.

"Burası neresiydi, bunlar gerçekten yaşanıyor muydu?
Ben kimdim, neden gelmiştim bu dünyaya? Dünya kocaman bir kar küresiydi, biz de birer kar tanesi. Küçücük bir kar tanesi var olabilir miydi kocaman bir kar küresinin içinde?
Bu benim hikayem, kar tanesinin ateşle tanışmasının hikayesi.
Kendi kendine yanıp kendi kendine sönerek hayatta kalanların hikayesi.
Bu bizim hikayemiz; sizin, bizim, hepimizin... ve unutmayın, bu satırı siz yazdınız."

ÜÇ ADIM UZAKTA

ÜÇ ADIM UZAKTA



    Selam!

    Bir zamana damga vurmuş, filmi çekilmiş, Instangram keşfetlerini doldurmuş, imkansız aşkın ne demek olduğunu öğretmiş bir kitaptan bahsedeceğim size. Biliyorum eğer gençlik romanlarını seviyorsanız büyük ihtimalle en azından adını duymuşsunuzdur. Ben büyük bir keyifle okudum ve sizlerle paylaşmak istedim. Hazırsanız başlıyorum.



    Ancak önce şu sorunun cevabını belirtmek isterim: Kistik Fibrosiz nedir?

    Kitaptaki  ana karakterimiz Kistik Fibrosiz hastası olunca ben de ilk önce biraz bu hastalıktan bahsetmek istedim. Kistik Fibrsiz, doğumdan itibaren solunum sistemi, sindirim sistemi ve üreme sisteminde yer alan mukus ve ter bezlerini etkileyen bir hastalıktır. Vücuttaki bir çok organın işlevini önemli derecede etkiler. Hastalar genellikle çok uzun süre yaşamazlar. Genç yaşta hayatlarını kaybederler. Hastalığın herhangi bir tedavisi yoktur ancak organ nakli ile hastanın birkaç yıl daha fazla yaşaması sağlanabilir . Kitabın yazılmasındaki amaç ise özellikle çocukları etkileyen, ölümle sonuçlanan ancak çok da bilinmeyen Kistik Fibrosiz hastalığına dikkat çekmek.

    Kitapta Kristik Fibrosiz hastası iki gencin hikayesini okuyoruz. Stella 17 yaşında K.F hastası bir genç kız. Akciğer nakli için bekliyor ve nakil listesinde oldukça yüksek bir sırada. Tedavisine hiç aksatmadan devam ediyor. Kontrol sorunları olduğu için her şeyin kontrolü altında olmasını seviyor. Çünkü anne ve babasına başka bir acı daha yaşatmak istemiyor.

    Hikayemizin Romeo'su Will ise tam tersi. Öleceğini biliyor ve tedavinin yalnızca kısıtlı zamanını çaldığını düşünüyor. Ayrıca B.cepacia enfektesi olduğu için organ nakli listesinde yer almıyor. Will'i tek bir kelimeyle özetleyecek olsam umutsuz derdim çünkü 18 yaşına basıp hastaneden "defolup gitmek" için gün sayıyor.

    B.cepacia hastaları K.F hastalarına yaklaşmamaları gerekiyor çünkü eğer onlar da virüs kaparsa tıpkı Will gibi nakil listesinden düşerler. Bu yüzden hem B.cepacia hastaları hem K.F hastaları birbirinden 4 adım uzakta olmak durmak zorunda.



    Şimdiiiii. Dikkat çekmek istediğim bir konu var. Kitabın orijinal adı Five Feet Apart, yani Beş Adım Uzakta. Ancak kitabı Türkçeye çevirirken Üç Adım Uzakta olarak çevirmişler. Daha sonra neden üç adım olduğunu anlasam da şöyle bir şey var ki K.F hastaları birbirinden 4 adım uzakta durmak zorunda. Filmini izlemedim ama anladığım kadarıyla filmde de 6 adım uzakta olduklarını söylüyor. Beyinler yandı değil mi?

     Ben bu kitabı okumayı çok uzun zamandır istiyordum ve doğal olarak beklentimi baya yükseltmiştim. Ancak tam olarak ne beklediğimi ben de bilmiyordum. Herhalde her vurucu kitaptaki gibi biri ölecek diye bekledim. Soruyu cevaplamayacağım ama sonu beni tatmin etti. Siz okudunuz mu biliyorum, ama en azından filmi veya kitabından haberdar olduğunuzu düşünüyorum. 



    Evet. Bir yayının daha sonuna geldik. Eğer okuduysanız veya izlediyseniz aşağıya görüşlerinizi yazabilirsiniz. Ben filmi izlemedim ama izler izlemez ekleme yapacağım. Eğer izlemediyseniz veya okumadıysanız umarım ilginizi çekmeyi başarabilmişimdir. Aşağıya fragmanı ve kitaptan en sevdiğim satırları bırakıyorum.

"Ya hastalıklarının ömürlerinden çaldığını onlar da aralarındaki mesafeden çalsalar ne olurdu? Aralarındaki o üç adım, kalplerinin kırılmasına neden olacaksa, görmezden gelemezler miydi?

Filmin fragmanı için buraya tıklayın.

Ekleme: Kitabı okuyalı neredeyse bir ay oldu ve ben filmi daha yeni izleyebildim. Tek diyebileceğim şu; O NE FİLMDİ ÖYLE. Müzikleri olsun, teması olsun muhteşemdi. Gerçekten bu kadar iyi olmasını beklemiyordum. Kitabı okumama rağmen iki saatlik filmi tek oturuşta izledim. Hayatımda gördüğüm en iyi kitap-film uyarlamalarındandı. Üç Adım Uzakta'yı Üç Adım Uzakta yapan her şey vardı. %95 her şey birebir aynıydı, bir sonraki repliği oyuncuyla birlikte söyledim. Film de kitap da ölümlülüğün çaresizliğini çok iyi anlatıyor.

ENOLA HOLMES

 ENOLA HOLMES



Harry Potter'ın Bellatrix'inin Stranger Things'in Eleven'ının annesi olduğu, The Witcher'daki Witcher'ın Sherlock Holmes'a dönüştüğü yeni müthiş filmimizin adı : Enola Holmes. Bugün size tavsiye edeceğim film 23 Eylül tarihinde Netflix'te izleyiciyle buluştu. Genel olarak 'Sherlock Holmes daha genç ve kadın olsaydı nasıl olurdu' sorusunu cevaplayan filmimizi çok sevdim ve sizinle paylaşmak istedim.

Asıl  Sherloc Holmes'un yaratıcısı karakteri için patent almadığından, bildiğiniz üzere her önüne gelen Sherlock Holmes'un başka bir versiyonunu yazıyor. Enola Holmes da bunlardan biri ve en yenisi. Ancak onu bunlardan ayıran en önemli özellik bu filmde Sherlock'un anlatılmaması. Filmimizde isimden de anlayacağınız üzere Sherlock'un kız kardeşi Enola dikkatleri üzerine çekiyor. Karakteristlik özelliklerini ağabeyinden alan Enola çok cesur ve güçlü bir karakter.


Enola yıllar boyunca annesiyle yalnız yaşamış. Babası öldükten sonra ağabeyleri Sherlock ve Mycroft evi terk edince anne kız baş başa kalıyor ve o malikane gibi evde kendi dünyalarını yaratıyorlar. Ancak Enola'nın 16. doğum günü sabahı annesi bir anda ortadan kayboluyor. Enola da hiç tanımadığı ağabeylerine telgraf çekerek durumu bildiriyor. Ağabeyleri eve varınca Enola'nın yatılı Genç Hanımlar İçin Zarafet Okulu'na gitmesine karar kılıyorlar. Ancak Enola pek de öyle bir kız değil.


Enola kızımız için bilmeniz gereken bir diğer şey ise annesinin kelime oyunlarını çok sevmesi. Dikkat ederseniz Enola adını ters çeviğinizde İngilizce'de yalnız anlamına gelen 'alone' oluyor. Enola'nın annesi de ona o dönemde genç kızlardan beklenen iyi bir eş ve anne olmaktan daha fazlasını, tek başına kendi ayakları üzerinde durmayı öğretiyor. Anlayacağınız filmimizin biraz feminist bir havası var.



Ben filme çok ısındım. Çok samimi bir havası vardı. Kostümler, replikler, mekanlar o dönemi başarılı bir şekilde betimliyordu. Enola'nın arada durup kameraya konuşması, saçma bulduğu şeyleri dile getiriş tarzı sanki filmin içindeymişsiniz gibi hissettiriyor. Gene de filmde sevmediğim bir şeyler var.  Filmin başlarında konu Enola'nın annesini bulması olacak sanıyorsunuz, ama sonra senaryo odak değiştiriyor. Ayrıca normal filmlerde sakin başlanır, ortalarda hızlanır, finalde patlama yapar. Ama Enola Holmes filminde böyle değildi, bir sürü olay oluyor ve öyle beklenilen bir patlama sahnesi yaşanmıyor. Filmin ilk bir saatinde sanki ilerleyen dakikalarda çok aksiyonlu bir şey olacakmış, Enola'nın annesi hakkında çok önemli şeyler yaşanacakmış gibi bir hava olsa da, aslında pek "wow" 'lık  bir şey olmuyor Belki de hikayede aksiyonunu serinin diğer filmlerine saklıyorlardır, bilemem.

Bu kadar yazıp ben de dahil çoğu kişinin filmi izleme sebebi olan, normal hayattaki  tarzıyla otuz altı, gerçekte on altı yaşındaki kızımız Millie Bobby Brown'dan bahsetmemek olmaz. Öncelikle şunu söylemeliyim, rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Hani bazı filmlerde durup "Ya şu karakteri bu değil de şu oynasaydı nasıl olurdu?" dersiniz ya, bunu Enola için söyleyemiyorsunuz. Şahsen ben düşündüğümde o yaş gurubunda Enola'yı Millie'den daha iyi oynayacak birini bulamıyorum. 

Kısacası ben bu filmi kesinlikle öneririm. Bu film için sinemaya gider miydim bilemem, ancak çoğumuzun evde olduğu (en azından olması gerektiği), ve Netflix'in dipsiz kuyularına düştüğü şu günlerde öncelikleriniz arasında olması gereken bir film. 

    Fragmana buradan ulaşabilirsiniz.

AWAY

 AWAY


Selam ;)

Eğer bu blogdaki diğer yazıların bazılarını da olsa okuduysanız uzay içerikli film ve dizilere özel bir ilgim olduğunu fark etmişsinizdir. 'Uzay içerikli tavsiye yazıları'  koleksiyonumuza en yenisi ve bence en güzelini ekliyorum. Away, son zamanlarda çıkan ve çıkar çıkmaz izlediğim bir Netflix orjinal dizisi. Şimdiye kadar izlediğim en iyi orjinal netflix dizilerinde ilk üçe girebilecek bir performansı vardı kendilerinin.

Konusuna gelecek olursak, NASA Mars'ta hayat olduğunu kanıtlayabilmek amacıyla beş astronotu üç yıl sürecek bir görev için seçiyor. Görevin kadrosu da şu şekilde:

-Bir Rus,

-Bir Çinli,

-Bir Hintli,

-Bir Afrika asıllı İngiliz,

-Bir de Türk - şaka şaka, tabi ki Amerikalı

Tahmin edebileceğiniz gibi gurubun komutanı bir Amerikan astronot olan Emma Green. Emma, bu görev için 15 yaşındaki kızını ve Ay'dan Mars'a gitmelerinden bir kaç gün önce felç geçiren kocasını arkasında bırakıp üç yıl sürecek görevin komutanlığını alıyor. Evet, Mars'a Ay aktarmalı gidiyorlar.  Sezon boyunca da Emma'nın ailesine sağ salim dönme mücadelesini izliyoruz.

Gurup içende bölüşmelerin yaşandığı (Çinli ve Rus bir cepe; Emma, komutanlarına güvenen örnek uzay askerleri Hintli ve İngiliz bir cepe), her bölüm ölüm tehlikesi geçirdikleri, ve gene her bölüm geminin bir yerine bir şey olduğu dizimiz on bölümden oluşuyor. Geçmişinde trajik bir şey olduğunu öğrenmediğimiz astronotumuz kalmıyor. Hepsinin geçmişinde önemli bir şeyler olmuş.

Demeden geçemeyeceğim, şu adama başta gıcık kapsam da sonra oturtturduğu repliklerle, alttan alttan gerçek hayata soktuğu laflar ve yaptığı esprilerle gönlümü fethetti.

Ancak önceden belirtmeliyim ki Emma'nın dublajörü insanı fıtık ediyor. Ses tonu öyle farklı ki kadın korkudan titreyerek ağlıyor, ama ses tonu 'Oh Matt çay hazır mı tatlım.' modunda. Aslında çok önemli ve güçlü bir karaktere neden duydukça gülme getirten bir ses vermişler anlamadım. Ne demek istediğimi anlamanız için aşağıya Türkçe dublajlı fragman bırakıyorum. 

Dizi çok sürükleyici, her bölümün sonunda içinizden 'sonraki bölüm' yazan butona basmak geliyor. Ve diğer Netflix orjinal içerikleri gibi sonu yarım, anlaşılmaz bırakılmıyor ikinci sezonu merak edecek şekilde sezon finali yapsa da, sonu beni tatmin etti.

Eğer ilginizi çektiyse fragmana buradan ulaşabilirsiniz.

Eğer bu tarz film ve dizileri seviyorsanız Lost In Space ve Interstellar ilginizi çekebilir.

NEFESİNİ TUT

NEFESİNİ TUT

    Gerim gerim gerilmeye hazır mısınız?

  Don't Breath, Türkçesi ile Nefesini Tut, son zamanlarda izlediğim bir korku/gerilim filmi. Amerikan yapımı film bir sürü ödül kazandı.Ve gerçekten de gerilim konusunda üstüne düşeni fazlasıyla yapan bir film. Öyle ki bazı izleyiciler tarafından son yirmi yılın en iyi amerikan korku filmi olarak kabul ediliyor.

    Filmin konusuna gelirsek,üç tane hırsız arkadaş geceleri kimsenin olmadığı evlere girip para, mücevher gibi şeyleri çalıyorlar. Sıradaki hedefleri de şimdiye kadarkilerden en büyüğü. Öyle ki eğer bunu yaparlarsa memnun olmadıkları hayatlarını geride bırakıp bambaşka yerlerde sıfırdan bir hayat kurmalarına yetecek kadar paraları olacak, bir daha hırsızlık yapmalarına gerek kalmayacak. Başrol kızımız Rocky de küçük kız kardeşini ve kendisini yaşadıkları bu çöplük gibi bir yerden kurtarıp, Los Angeles da yeni bir hayat kurmak için bu soyguna katılıyor. Ve ekip tüm ev sahiplerinin terk ettiği bir mahallede oturan yaşlı, kör ve evinin kasasında 300.000 dolar olan adamın evine giriyorlar. Ancak işler planladıkları gibi gitmiyor. Kör adam evde biri olduğunu anlıyor ve esas karakterlerimizi öldürmeye çalışıyor. Hikaye de başrol kızımızın ve arkadaşlarının bu evden kaçmaya çalışma çabasını anlatıyor.

    Film insanı öyle geriyor ki içinizden en başta ölen çocuk kurtuldu diyorsunuz.(Bu spoiler değildi).Bu blogda daha önce paylaştığım korku/gerilim filmlerinden çok daha pis geriliyorsunuz. Yaşlı adam öyle şeyler yapıyor ki 'acaba kör olmasaydı ne olacaktı?' demeden geçemiyorsunuz.

    Ayrıca film finalde bitmiyor.Yani filmin ikincisi de var.

    Eğer cesaretiniz varsa filmi gece yarısı ışıklar kapalıyken izleyin. Film bitince kapı açık, koridorun ışığı kapalı bir şekilde dişlerinizi fırçalamayı deneyin.Eğer bunu yaparken bir kez bile arkanızdan yaşlı adam veya köpeği geliyor sanmazsanız gelip yorumlarda yazın.😂

    Kısacası,eğer bu tarz filmleri seviyorsanız bu filme de bir bakın derim.

Fragman için buraya tıklayabilirsiniz.

Bu tarz içerikler seviyorsanız The Silence ve Güzelliğin Portresi'ni sevebilirsiniz.


BIOHACKERS

 BIOHACKERS



    Selam! Bugün sizlere son zamanlarda izlediğim bir diziden bahsedeceğim. Başlıktan da anlamış olduğunuz üzere Biohackers dizisi birkaç gün önce bitirdiğim ve çok beğendiğim bir diziydi. 20 Ağustos 2020 tarihinde Netflix'te izleyiciyle bulaşan diziyi pek çok kişi beğenmişti. Almanya'dan çıkma dizimiz Dark'tan sonra Alman yapımı olan dizilere yükseltilen çıtayı (bence) gayet güzel karşıladı. Peki bu Biohackers'ın konusu neymiş, oyuncuları kimmiş, Dark'la kıyaslanınca nasılmış bir bakalım. 





 BIOHACKERS KONUSU

    Dizimizin ilk dakikaları bir tren vagonunda geçiyor. Trendeki çocuk yaşlı farketmeden herkes birden yere yığılıp kalp krizi gibi bir atak geçirmeye başlıyorlar. Tam da o sırada olan biteni anlamak için 2 hafta geriye gidiyor ve hikayeye başlıyoruz. Mia Almanya'nın en prestijli üniversitelerinden birinde tıp fakültesine başlayan bir genç kız. Bu üniversitede çok ünlü ve önemli bir doktor olan Profesör Lorenz'in dersine giriyor. Lorenz onlara tıbbın geleceğinin sentetik biyoloji olduğunu söylüyor. Böylece canlı türlerini değiştirebilir, hatta yaratabilirler. Lorenz'e göre sentetik biyoloji insanı yaratılmıştan yaratıcıya  dönüştürebilir (Bunları nasıl olur da 1. sınıf tıp öğrencilerine ilk hafta anlatıyorlar bende anlamadım). Mia da kısa sürede parlak zekası ve azmiyle Lorenz'in gözüne giriyor ve Lorenz'in sentetik biyolojiyle uğraştığı laboratuvarında çalışmaya ve araştırma yapmaya başlıyor. Uzaktan bakılınca hırslı bir öğrenci gibi görünse de aslında yıllar önce esrarengiz bir şekilde ölen erkek kardeşinin ve hemen ardından gerçekleşen anne babasının kaza süsü verilen ölümünün ardında kalan sır perdesi aralıyor.

OYUNCULAR


    Başrol kızımız Mia Akerlund'u canlandıran Luna Wedler, 21 yaşında İsveç bir oyuncu. Özellikle de Biohackers ile ülkemizde adı duyulunca Miray Daner ve Melisa Şenolsun'a benzetiliyor (Bence ikisine de acayip benziyor). Jasper'ı Adrian Julius Tillman, Jasper'in arkadaşı Niklas'ı ise Thomas Prenn canlandırıyor. Zeki profesörümüz Lorenz'e ise Jessica Schwarts hayat veriyor.

DARK MI? BIOHACKERS MI?         

    Açıkcası ben Dark'ı o kadar da sevmemiştim. Biraz Stranger Things uyarlaması gibi gelmişti. Bu yüzden ilk birkaç bölümü izleyip bırakmıştım. Ancak Biohackers'ı gerçekten çok sevdim. Eğer siz de konunun sakız gibi uzatılmadığı dizileri seviyorsanız Biohacker tam da size göre. Ortalama 40 dakikalık 6 bölümden oluşuyor, 'artık ne olacaksa olsun' deyip izleyiciyi sıkmıyor. 


    Anlayacağınız ben Biohackers dizisini çok sevdim ve sizlerle paylaşmak istedim.Eğer siz de izleyecek yormayan, sıkmayan ama aynı zamanda ne olduğunu açık bir şekilde ifade eden bir şeyler izlemek istiyorsanız bu diziyi beğenebilirsiniz.

Fragman için =  https://www.youtube.com/watch?v=e_DwaoH_E4A

SAKLAMBAÇ

 

 SAKLAMBAÇ


    Bugün gizemli bir kitap önerisiyle geldik. Genellikle Sevimli Küçük Yalancılar'ın yazarı olarak bilinen Sara Shepard'ın kaleme aldığı Saklambaç, benim çok etkilendiğim bir kitaptı. Ölüm, gizem ve entrikanın birleşimi kimin ilgisini çekmez ki?

    İlgi demişken, kitabın son derece ilginç bir konusu var. 284 sayfa boyunca henüz 17 yaşındaki Sutton Mercer'ı kimin öldürdüğünü sorguluyoruz. Sutton bir gece ansızın öldürülüyor, ve hayattayken varlığından bile haberdar olmadığı ikizi Emma gizemli bir mektup alarak Sutton'un yerine geçiyor. Sutton'un sevgilisi ve arkadaşlarıyla zaman geçirirken üvey ailesiyle beraber aynı evde kalıyor ve kimseye bir şey belli etmemeye çalışıyor. Tüm bunların üstüne Sutton'un katilini bulmaya çalışıyor. Ancak çok dikkatli olmak zorunda çünkü her an ikizinin yanına postalanabilir.

    Biz kitabı Sutton'un anlatımıyla okuyoruz, ama duruma bakın ki Sutton hayatı hakkında tek tük şeyler dışında hiçbir şey hatırlamıyor. O da tıpkı Emma ve bizim gibi katilinin kim olduğunu merak ediyor. Aynı zamanda hayatında olanları da hayretle izliyor çünkü bir anda her taşın altından bir olay çıkmaya başlıyor. Zamanla ailesinin pek de kusursuz olmadığını fark ediyor. Üvey kardeşi Laurel çok şüpheci davranıyor ve anne babası onlardan çok büyük bir şey saklıyor. Belki de ölümüne sebep olmuş bir sır...

    Kitabın ilk sayfasında "Gerçeği arayanı takdir et, bulana ise dikkat et." yazıyor. Gerçekten de çok doğru ve kitabı çok iyi özetliyor. Ben kitabı baya sevdim. Herkese tavsiye ediyorum. Sadece kitabın ortalarına doğru hikaye çok yavaş ilerliyormuş gibi gelecek ancak sonu mükemmel, gerçekten okumaya değer. Eğer siz de bu tarz cinayet romanlarını seviyorsanız kesinlikle bu kitap hoşunuza gidecek.

"Arkadaşlarım ve ben eskiden yalan oyunları oynardık. Şimdi ikiz kardeşim bir yalanın içinde yaşamak zorunda. "

THE RAIN - 3. Sezon

The Rain-3. Sezon





   Gene adının ' The Rain' olup, ama bir damla yağmurun bile düşmediği bir sezonun incelemesiyle ekranlarınızdayız. 6 Ağustos'da final yapan The Rain, Netfilix'teki 'Bir internet dizisi nasıl Osmanlı gibi çöker?' isimli çalışmanın sonucu gibi. En azından benim için The Rain çok güzel başlayıp, ikinci sezonda tökezleyip, final sezonunda da 'WHAT??!!' dedirten bir diziydi. Zaten sosyal medyada final hakkında yapılan yorumlara bakılırsa bu görüşü savunan tek izleyici de ben değilim.

İkinci sezonun sonundan üç ay geçmesinin ardından başlayan hikayede büyük boşluklar var. Mesela ikinci sezonda kimseye dokunamayan Rasmus, üçüncü sezonda sanki bu unutulmuş gibi normal insan hayatı sürüp dilediği şekilde insanlara dokunuyor. Benim dizilerde en gıcık olduğum şeylerden biri de bu; ilk sezonlarda söylenilen şeylerin son sezonlarda unutulması. Ama fragmanı hazırlayan ekibi tebrik etmek lazım, sezonu izleyen ben bile az önce fragmanı tekrardan izleyince heyecan yaptım. Sezon ne kadar kötüyse,fragman da o kadar başarılıydı.

Eğer sezonu izlemediyseniz ve hala izlemeyi düşünüyorsanız alttaki paragrafı atlayabilirsiniz çünkü spoiler vereceğim. 

Öncelikle lütfen bilen biri yorumlarda açıklasın, nasıl olur da Simone o kadar yükseklikten kayaların üstüne çakılıyor da  yüzünde bir çizik bile olmadan kurtuluyor? Ayrıca bence Martin'in ölmemesi gerekiyordu. Hem Martin sırf Simone' un öldüğünü düşündüğü için taraf değiştirecek bir karakter değil. Bence finalde Rasmus ve Martin öleceğine Simone ölseydi belki en sonunda Rasmus'un kalın kafasına yüz binlerce  izleyici olarak bir şeyler sokabilirdik.

Kısacası,yukarıda da söylediğim gibi  The Rain benim için ilk sezonda çok güzel başlayan, ikinci sezonda yalpalasa da kendini izlettirecek kadar güzel olan, üçüncü sezonda ise hayal kırıklığı olan bir diziydi.Size verebileceğim enteresan tavsiyelerden biri de isterseniz ve hala finali izlemediyseniz hiç zaman harcamayın, diziyi ikinci sezonda bırakın, dizi sizin hayalinizdeki gibi bitsin.

Son olarak The Rain defterini bir türk filminde duyduğum bir replikle özleştirerek kapatıyorum;Cenab-ı Mevlam kimseyi kardeşiyle sınamasın...

İlk iki sezonun yazısı:

İnstagram: tavsiyehatti

İÇİMDEKİ MÜZİK

İÇİMDEKİ MÜZİK


İçinizde milyonlarca kelimenin hapsolduğunu, ancak hiçbirini söyleyemediğinizi düşünün. Sevdiğiniz insanlara " Seni seviyorum"  diyemediğinizi, kardeşinize sarılamadığınızı, çevrenizdeki herkesten daha zekiyken toplumda defolu mal muamelesi gördüğünüzü düşünün. İşte bu durumların hepsini, hatta daha fazlasını yaşayan Melody'nin hikayesini anlatıyor İçimdeki Müzik kitabı. 11 yaşındaki Melody bu saydıklarımın hiçbirini yapamıyor. Beyin felci teşhisi konulduğu için her zaman başkasına muhtaç bir yaşam sürüyor. Ancak Melody'yi diğer çocuklardan ayıran bir şey var: fotografik hafıza...Fotografik hafızaya sahip olduğu için duyduğu veya gördüğü hiçbir şeyi unutmuyor. Yani daha 1-2 yaşındayken yaşadığı şeyleri bile çok net bir şekilde hatırlıyor. Bir şeyi ezberlemesi için bir kez tekrar etmesi yeterli. Ancak Melody bu kadar özel bir insanken koskoca  profesörler bile kafasının içinin bomboş olduğunu söylüyor. Hareket bile edemediği bedeninde ölü sanılıp mezara gömülmüş gibi yaşıyor. Ancak o işlevsiz bedenin ardında çığlık atan bir zihin var ve Melody de bu çığlıkları duyurmaya çalışıyor. İnsanların içindeki fırtınadan haberdar olmalarını, içindeki müziği dinlemelerini istiyor.

Çok zor da olsa Melody vazgeçmiyor. Bir söz vardı, nerede duydum, kimden duydum hatırlamıyorum ama şöyle diyordu: "Vazgeçenler asla kazanamaz. Kazanalar da asla vazgeçmez." diye. Eğer Melody de pes etseydi, vazgeçseydi biz onun hikayesini bu kadar merakla okuyamazdık. Çok ağır sınavlardan geçiyor, engelleri aşmaya çalışıyor. Ancak bedenindeki engellerle değil, karşısındaki insanın beynindeki engellerle savaşıyor. Başına ne gelirse gelsin, nasıl muamele görmüş olursa olsun vazgeçmiyor. 

Kitabın 48 ödülü var ve bence 48 bin de olsa hak ediyor. Kaç yaşında olursanız  olun okuyun çünkü kendinize bir hayat dersi çıkaracaksınız. Vazgeçmemenin önemini, yeterince istersek her şeyin olabileceğini gösteriyor. Melody gibi söylenenlere kulak asmadan yoluna devam  etmeyi, bu sayede güçlü olunacağını öğretiyor. Ben çok beğendim ve kaç yaşında olursanız olun size de tavsiye ediyorum.

"Düşünce ve kelimelerin karmaşık işleyişini nasıl çözdüm bilmiyorum ama bu kendiliğinden ve hızlıca oldu.İki yaşına geldiğimde bütün anılarımdan kelimeler ve bütün kelimelerde de bir anlam vardı.
Ama sadece kafamın içinde...Şimdiye kadar tek kelime konuşmadım. Neredeyse on bir yaşındayım."

FRACTURED

FRACTURED

 
     Bugün sizlere çok acayip bir film önereceğim. Biliyorum bu blogda "acayip", "enteresan", "garip" olarak bir çok film önerdim ama bu öyle böyle değil. Hayatım boyunca izlediğim en garip filmdi -ki ben anormal derecede garip filmler izlemeyi seviyorum. Eğer siz de benim gibi alışılmışın dışında senaryoları görmek istiyorsanız, deneyin derim. ( Fragmanın linkini aşağıya bırakıyorum.)

    Şimdi biraz konusundan bahsedeceğim ama öyle uzun uzadıya anlatabileceğim bir konu değil. Filmin ana karakteri olan Ray Monroe  karısıyla sorunlar yaşayan bir adam. Yol üzerinde durdukları bir dinlenme tesisinde 6 yaşında kızı Peri Monroe yaralanınca en yakın hastaneye gidiyorlar. Doktorlar küçük kız kafasını vurduğu için tomografi çekmeye götürüyorlar. Yanında sadece bir refakatçi gidebildiği için karısı kızıyla beraber gidiyor ve bir daha geri gelmiyorlar. Ray tüm hastaneyi birbirine katıyor ancak ailesini bulamıyor. Film de Ray'in kızı ve karısını bulma macerasını anlatıyor.



    İzlerken sürekli geriliyorsunuz. Zaten gerilim filmi olarak geçiyor.  Film 1 saat 40 dakika, yani konuyu sakız gibi uzatmıyorlar, Netflix'te bulunması zor bir yapım anlayacağınız. Çok sürükleyici, her an acaba ne olacak diye ekrana kitleniyorsunuz. Tam heh şimdi oldu derken gene bir şey oluyor. Psikolojik açıdan yoruyor.

     Ancak önceden belirtmeliyim ki öyle herkesin beğenebileceği bir film değil. Mesela ben beğenirken kardeşim saçma buldu. Aslında bu biraz da ne beklediğinizle alakalı. Filmi izlerken sürekli tahminlerde bulunuyorsunuz ve bence bu baya eğlenceli. Eğer siz de bu tarzda "enteresan" ve etkileyici bir film izlemek isterseniz kesinlikle tavsiye ederim.


THE 100

THE 100


Yeni bir kitap tavsiyesiyle yeniden ekranlarınızdayız. Bugün bahsedeceğim kitap The 100. Dört kitaptan oluşan serinin aynı zamanda 7 sezonluk bir Netflix dizisine de uyarlandı. Dizi o kadar tuttu ki dizinin posteri kitabın kapağı olmuş durumda. Dört kitaptan yedi sezon nasıl çıkarttılar bilmiyorum ama ben bugün ilk kitaptan bahsedeceğim. 

Hikayede yaşanan nükleer felaket sonrasında dünyanın sonu gelmiş, insanoğlu da üç yüz yıl boyunca dünya yörüngesindeki bir uzay gemisinde varlığını sürdürmüştür. Ancak gemi bu kadar uzun süre hizmet vermesi için yapılmadığından tükenmeye yüz tutan kaynaklarla koloniyi ayakta tutmaya çalışan yöneticiler, nüfuzu kontrol altında tutmak için en hafif suçlar için bile idam cezası uygulamaktadır. Öyle ki çocuk suçlular bile 18 yaşlarına gelince uzaya fırlatılmaktadır. Ancak bu çocuklardan yüz tanesinin artık çok önemli bir görevi var. Dünyadaki radyasyon seviyesinin ne durumda olduğunu görmek için çocuk suçluları dünyaya gönderilecekler. Koloninin tüm geleceği bu yüz gencin eline kalmaktadır. Ve ilk kitabın kapağında yazan ve bence tüm kitabı özetleyen sözde olduğu gibi ' Ama ihanetler,sırlar,henüz bitmemiş ve yeni başlayan aşklar bir bir gün yüzüne çıktıkça bir arada kalmaları gittikçe zorlaşacaktır.'


Ayrıca yetkililerin dediğine göre eğer 100 ekibi başarılı olursa yeni dünyada onlara ikinci bir şans verip suçlarını affedeceklerdir. Bu suç diye büyüttükleri şeyler de o kadar da büyük değil aslında. Sadece nüfuzu azaltmak için önlerine geleni idam ediyorlar. Kitabın en sevdiğim özelliklerinden biri de çok yaratıcı cümleler bulundurması. Mesela : Bellamy hayatı boyunca aptalca şeyler yapmıştı, ve şimdi durmaya hiç niyeti yoktu. Kabul edelim, gerçekten yaratıcı bir cümle. Sevdiğim bir diğer özellikse kitabı sürekli başka anlatıcılar tarafından okuyoruz. Bir bölüm Wells'in, bir bölüm Clarke'ın, bir bölüm Glass'ın bakış açısı gibi. Ayrıca kitap bir geçmiş, bir günümüz yapıyor. Yani karakterlerin suçlarını ve bu suçların hikayesini öğrenebiliyorsunuz.

Kısacası ben kitabı beğendim, siz de benim gibi bilim kurgu, hayatta kalma tarzında kitapları seviyorsanız okuyabilirsiniz. 

"Onlar yalancı,onlar hırsız,onlar asi,onlar kahraman,onlar insanlığın kaderini belirleyecek 100 genç."

YEŞİL YOL

       YEŞİL YOL

 
 
     Hazır yaz tüm güzelliğiyle ortadayken, güneş parıl parılken neden evde oturup acayip düzeyde etkileyici, azcık duygusal bir yapınız varsa ruhunuza işkence gibi gelebilecek bir film izlemeyelim ki? Bahsettiğim Yeşil Yol filmi, 1999 yapımı ödüllü bir dram filmi. Yönetmenliğini ve senaristliğini Frank Darabont yaptı. Stephan King'in aynı adlı romanından uyarlanan film, $290.701.374 haılat yaptı. Başrollerinde ise Tom Hanks ve Michael Clarke Duncan yer alıyor. 
 
    Film ise 1999 yılında bir huzurevinde Top Hat filmini görünce duygulanan ve yıllardır sakladığı geçmişini huzurevindeki kız arkadaşına açan 100 küsur yaşındaki Paul Edgecomb'un hikayesini anlatıyor. Asıl adamımız olan Paul, 1932 yılında hapishanede çalışan bir idam görevlisi. Yani işi idam cezası almış mahkumları idam tarihi gelene kadar demir parmaklıklar arasında misafir etmek, daha sonra da onları son yolculuklarına uğurlamak. Bir gün kendisine idam ettirmek üzerine getirilen John Coffey isimli korkutucu görünümlü bir adamla tanışır. John iki küçük çocuğunu öldürmekten hüküm giymiştir. Ancak Paul John'un ürkütücü ve devasa gövdesini altında yatan yumuşacık kalbi fark eder ve iki küçük kızı öldüreceğine inanmaz. Ayrıca kısa bir zaman sonra bu adamın normal bir insan olmadığını fark eder. Ancak John hüküm giymiş bir mahkumdur ve belirli bir tarihte idam edilecektir. Üstelik bu idamı Paul'un yönetmesi, yani onu öldürmesi gerekecektir. 



    Peki bu yeşil yol ne demek? Şöyle açıklayayım, bu mahkumların tutulduğu hücrelerin bulunduğu koridor yeşil. Yani olayların geçtiği, hem ağlatan hem güldüren yer. O yola ithafen de filmin adı Yeşil Yol.

    Filmde ise John Coffey dışında diğer mahkumları da tanımakla kalmıyor, hayatlarına dahil oluyoruz. Yani bir nevi ölecekleri olan mahkumlar ve orada çalışan idam görevlileri arasındaki ilişkiyi görüyor ve beraber geçirdikleri kısacık zamana tanıklık ediyoruz. 

    Ben filmi çok sevdim. Çok eski bir yapım olsa da gayet iyi. Ancak öyle bir oturuşta izlenebilecek bir film değil. Tam 3 saat sürüyor ancak bir kitaptan uyarlandığı için bana normal geldi. Eğer siz de benim yaptığım gibi bölüm bölüm izlerseniz hiç sıkılmazsınız. Eğer izlerseniz veya izlediyseniz yorumlarınızı aşağı bırakmayı unutmayın :)

Kadife Pantolonlu Çocuk

KADİFE PANTOLONLU ÇOCUK


         Etkileyici bir kitapla yeniden ekranlarınızdayız. Kadife Pantolonlu Çocuk, benim iki günde bitirdiğim bir kitaptı. Bitirince uzun bir süre etkisinden çıkamadım, sahip olduklarımın değerini daha iyi anladım. Bir kız çocuğu için ‘kanatlarını kırmayan bir aileye sahip olmanın’ ne kadar önemli bir şey olduğunu gördüm. Ve bu yüzden herkesin okumasını öneriyorum.

                Öncelikle kitabın arka yüzünde yer alan bir soruyu cevaplayarak başlayacağım: “Bacha posh nedir bilir misiniz?”. Bacha posh Afganistan’da hiç erkek çocuğu olmayan ailelerin evin genellikle en küçük kızını pantolon giydirmek, saçını kesmek, ismini değiştirmek, okulda erkek sınıfına gitmesini sağlamak gibi değişikliklerle erkeğe çevirmesidir. Böyle yapınca ailenin şansının artacağına, bir sonraki doğacak olan çocuğun erkek olacağına inanıyorlar. Birkaç ufak değişiklikle kızın tüm imkânların değişebiliyor. Kendine güveni artıyor. Değerli olduğunu hissediyor. Öte yandan erkek görüntüsünün altında yine aynı kişi yatıyor. Küçük kız ergenlik çağına gelmeden tekrar eski haline dönüyor. Hayatına yeniden daha az özgür ve geri planda olarak devam ediyor.

                Bacha posh âdetinin var olma sebebi ise erkeklerin kızlardan daha değerli ve ulaşılması güç olduğunu belirtmek. Üstelik bu kitap geçmişi değil, günümüzü anlatıyor. Çünkü erkeklerin kızların yapamayacağı her şeyi yapabileceğine dair olan inaç hala hâkim. Oysa yazarın da dediği gibi; bir çocuğun cinsiyetini bir kenara bırakıp kalbini görmeye başladığımız an, kız ya da erkek olması fark etmeksizin neler yapabileceğini görebileceğiz.

               Kitaptaki hikayede ise  Obayda Afganistan’da yaşayan 10 yaşında bir kız çocuğu. Babası geçirdiği trafik kazası sebebiyle psikolojisi bozulunca yengesi ( hani her ailede olan, dedikodu düşkünü, ortamı karıştıran yenge vardır ya, heh işte o) Obayda’yı bacha posh yapmayı öneriyor.  Eğer erkek çocukları olursa babasının psikolojisinin düzeleceğini söylüyor. Bu şekilde Obayda erkek oluyor. Hiç bilmediği bir dünyada kaybolmaktan korkan Obayda’nın yolu Rahim ile kesişiyor. Kitap da onların dostluğunu anlatıyor.

                Ben bu tarz kitapları seviyorum ve yaşa bakılmadan okunması gerektiğini düşünüyorum. Zaten daha önce de buna benzer bir kitap önerisinde bulunmuştum (Linkini aşağıya bırakıyorum). Bence herkes okuyup sahip olduklarının değerini bilmeli.

“Bir erkek gibi davranmaya çalışmak yeni bir dil öğrenmeye benziyordu ve ben kelimeleri bulmakta zorlanıyordum.”

https://tavsiyehatti.blogspot.com/2020/06/okumak-istiyorum.html

LOST IN SPACE

Lost In Space

 

                Kendileri benim Netflix’de izlediğim ilk üç diziden biri. Her şeyden önce söylemeliyim ki kesinlikle aile ortamında izlenilebilecek bir bilim kurgu dizisi. Aile ortamı dediysem, öyle fazla çocuksu değil. Seviyeli,  güzel ve kendini izlettiren bir yapım. İlk sezonu Nisan 2018’de, ikinci sezonu Aralık 2019’da yayınlandı. Korona izin verirse üçüncü sezon olan final sezonu da 2021 sonu, 2022 başı gibi yayınlanacağı umuluyor.

                Dizinin konusuna gelecek olursak, anneleri uzay mühendisi, babaları asker olan bir aile dünyaya bir göktaşı çarpacağı, bunun sonucunda gezegenin üzerini kaplayan toz tabakasının yüzyıllarca tepelerinden gitmeyeceğinin haberini alırlar. Bilim insanları o dönemde dünya gibi yaşanılabilirlik özelliği taşıyan bir gezegen bulur ve insanların bir kısmını o gezegene götürecek Direnç adındaki uzay mekiğini yaparlar. Bu mekiğe bağlı Jüpiter isimli ailelere özgü daireler gibi uzay gemiciklerine benzeyen şeyler var. Hepsine ad bulamamış olmalılar ki Jüpiter 1, Jüpiter 2 gibi numarayla adlandırılıyorlar. Her aile için bir tane, bizimkilerinki ise Jüpiter2 .

                Her şey tamamdır. Robinsonlar yeni gezegene doğru yola çıkarken birden Direnç arıza veriyor ve bu Direnç’e bağlı Jüpiterlerden bazıları Dirençten kopup uzayda sürüklenirken bir gezegene iniyorlar. Ve tabii ki en küçük kardeş Will (umarım her Will adı geçtiğinde Stranger Things’ den bahsediyormuş gibi hisseden tek kişi ben değilimdir) bu gezegende bir robot adam buluyor. Ve bu robot adam Will’in arkadaşı olup bu aileyi korumaya çalışıyor. Robinsonlar bir yandan bir arada kalmaya çalışırken bir yandan da Direnç’e ve diğer insanlara ulaşmaya çalışıyorlar.

                İlk sezon hakkında spoiler vermemek için ikici sezonun ne anlattığını söylemeyeceğim. Tek söyleyebileceğim ikinci sezon da birinci sezon da gerçekten adamı fıtık edecek yerlerde bitiyor. İki sezon boyunca sürekli tam artık kurtulduk derken tekrardan uzayda kayboluyorlar. Dizideki en sevdiğim detay ise ilk sezonda bahsedilip lafı bile çok edilmeyen küçük detayların, ikinci sezonda karşımıza çıkıyor olması. Benim dizilerde bu tarz hatırlatmacaları görmek hoşuma gidiyor.

                Ben diziyi çok sevdim. Fazla çocuksu değil, seviyeli. Yani anlayacağınız Netflix’de karşılaşmanız zor bir dizi. Kesinlikle diziye bir şans verip başlayın derim.


ARILARIN ZAMANI


 ARILARIN ZAMANI
 
Bugün sizlere çok güzel bir kitabı tavsiye edeceğim. Arıların Zamanı (orijinal adıyla Hour Of The Bees) Lindsay Eager’ın yazdığı bir gençlik romanı. Kitap 372 sayfa ama hiç sıkmıyor, ben çok kısa bir zamanda bitirdim ve bitirir bitirmez de bilgisayarın başına geçtim. Fazla uzatmadan konuya geçiyorum.

Kitap 12 yaşındaki Carol’un demans hastası büyükbabasının yanında geçirdiği yaz tatilini ve bu tatilin onun üzerinde bıraktığı etkisini anlatıyor. Carol’un büyükbabası Sergio, New Mexico’nun güneyinde bir çölde yaşayan demans hastası yaşlı bir adam. Çölde yüzyıllardır yağmur yağmadığı için kuraklık çöldeki hayatı da kurutmuş. Yani yaşlı adam yıllardır çölde tek başına yaşıyor. Ancak bunamanın çok ileri bir evreninde olduğu için bu artık imkânsız. Carol’un babası da bu işe bir dur diyor, Sergio’yu Seville Huzur Ve Bakımevi’ne göndermek ve yıllardır ailelerinin olan çiftlik evini satmak üzere boşaltmak için bütün aileyi toplayıp çiftliğe(yani çölün ortasına) getiriyor. Ancak bu işte bir iş var. Çünkü 1. kural Carol’un 12 yıl önce ölen büyükannesi Rosa’dan hiç bahsetmemek. Carol ilk başta bu ıssız çölün ortasında yaz tatili harcayacağı için üzülürken zamanla büyükbabasının çekimine kapılıyor. Demans hastası adamı anlattığı bir masalda geçmişi sorguluyor. Ancak bir süre sonra gerek ve hayal birbirine karışmaya başlıyor.

Babası ile büyükbabasının yıllardır görüşmemesine sebep olan sır nedir? Aile, kök ne demektir? İmkânsızın sınırları nerede başlar? Carol bu soruların cevaplarını ararken büyüyor; sevginin, aile bağlarının ve yuvanın gerçek anlamını hem anlıyor hem anlatıyor.

Ben kitabı çok beğendim. Üstelik tek beğenen ben değilim ki kitap 2017 Yılı ILA Çocuk ve Gençlik Kitapları Ödülü’nü ve Uluslararası Latin Kitap Ödülü’nü kazanmış. Hazır yaz tatili başlamış ve kitap okuyacak vakit artmışken okuyun derim.

“Ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum. Belki bir yıl, belki bin yıl. Ama bir şeyi çok iyi biliyorum: Ne kadar yaşadığının hiçbir önemi yok. Önemli olan sana verilen zamanı nasıl değerlendirdiğin.

'Ölmekten korkma ama yaşamaktan da korkma’ demişti büyükbabam bana .

Ben artık yaşamaktan korkmuyorum.”


OLDUĞUN YERDE KAL

Olduğun Yerde Kal




Olduğun Yerde Kal, genellikle Çizgili Pijamalı Çocuk adlı kitabıyla tanınan John Boyne’un kaleme aldığı bir kitap. Kitap 2014 yılında basılmış dünya genelinde beğeni toplamıştır. Her ne kadar yazarın en başarılı kitabı Çizgili Pijamalı Çocuk olarak gösterilse de bence yazarın en başarılı kitabı açık arayla Olduğun Yerde Kal’dır.

Kitabın konusuna gelicek olursak, kitap beş yaşında bir çocuğun gözünden savaşı anlatıyor. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Alfie’nin babası da orduya gönüllü olarak katılan askerler arasında. Her ne kadar annesi ve büyükannesi buna karşı çıksa babası onları asla bırakmayacağı sözünü vererek savaşa gidiyor. Ancak hedeflediği tarihte dönmüyor.

Savaş dört yıl sürüyor, Alfie babasından uzak büyüyor. Annesi ise Alfie’ye babasının gizli bir görevde olduğunu, bu yüzden onlara mektup yazamadığını veya ziyarete gelemediğini söylüyor. Bu şekilde Alfie’nin babasıyla olan bütün iletişimi kopuyor. Savaş tüm acımasızlığıyla sürüyor, Alfie'nin ruhunda fırtınalar kopan fırtınalar dinmek bilmiyor.Babasının öldüğünü düşünüyor.Ta ki babasından bir ipucu bulana dek. Alfie o günden sonra babasının nerede olduğunu bulmak için uğraşıyor. Hem de bunu dünyadaki en iyi şey uğruna yapıyor: sevgi uğruna...

John Boyne benim en sevdiğim yazar.Ve bence Olduğun Yerde Kal onun en iyi eseri. Yazarın diğer kitaplarını da okudum, hepsini de tavsiye ederim. Bir çoğu savaşı çocukların gözünden anlatıyor ve bunu o kadar güzel yapıyor ki gözleriniz dolarak okuyorsunuz.

Sadece çocuklara değil yetişkinlere de tavsiye ediyorum. Eğer sevginin gücüne inanıyorsanız kesinlikle okuyun derim.

Her kitap tavsiyesinde yaptığım gibi kitaptan en çok sevdiğim satırları yazarak bitiriyorum.

" Noel'den önce biter demişlerdi,ama hangi Noel olduğunu söylemediler. O günden bu yana dört Noel geçmiş, hatta beşincisi ufukta gözükmüştü bile. Ancak savaşın bitmeye niyeti yoktu."

Okursanız yorumlara yazmayı ve bizi Instagram'dan takip etmeyi unutmayın.☺

ON KÜÇÜK ZENCİ

ON KÜÇÜK ZENCİ


Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, aslında ben bu tarz kitapları okumam. Cinayet ve suç romanlarını sevmem çünkü. Ama bu kitap tüm ön yargılarımı yıktı. On Küçük Zenci, Agatha Christie’nin okuduğum ilk kitabıydı. Kesinlikle hayatımda okuduğum en iyi beş kitap sıralamasına girebilir. Eğer siz de bu tarz kitapları seviyorsanız yaşınız kaç olursa olsun kesinlikle okuyun derim. Sevmiyorsanız da benim gibi yapın, kitaba bir şans verin.

Kitabın konusuna gelirsek; her birinin gizledikleri ve korktukları sırları olan on kişi, son zamanlarda çok meşhur ve gizemli olan Zenci Adası'ndaki büyük bir malikaneye çeşitli sebeplerle davet edilirler. Ancak bir sorun vardır, hepsini farklı sebeplerle adaya çağırmış olan U. N. Owen ortalıkta değildir. Geçmişteki karanlık sırlarından başka hiçbir şeyleri olamayan bu insanlar Zenci Adası’nda tutsak kalırlar. Ve birer birer ölmeye başlarlar…

Garip olan şudur ki ölenler her birinin yatak odasında bulunan bir tekerlemedeki gibi ölmeye başlarlar. Tekerleme aynen şöyledir:

"On küçük zenci yemeğe gitti,
Birisinin lokması boğazında kaldı ve kaldı dokuz.

Dokuz küçük zenci çok geç yattı,
Sabah biri uyanamadı, kaldı sekiz.

Sekiz küçük zenci Devon'da geziye çıktı,
Biri kayboldu, kaldı yedi.

Yedi küçük zenci odun kırdı,
Biri baltasıyla kafasını yardı, kaldı altı.

Altı küçük zenci kovanla oynadı,
Bir yabanarısı, içlerinden birini soktu, kaldı beş.

Beş küçük zenci mahkemeye gitti,
Biri idam cezası aldı, kaldı dört.

Dört küçük zenci denize gitti,
Birini balık yuttu, kaldı üç.

Üç küçük zenci hayvanat bahçesine gitti,
Birine ayı sarıldı, kaldı iki.

İki küçük zenci güneş altında oturdu,
Birini güneş çarptı, kaldı bir.

Bir küçük zenci tek başına kaldı.
Gidip kendisini astı 

Ve hiçbiri kalmadı"


Kitabın orijinal adı “And Then There Were None ( Ve Sonra Hiçbiri Kalmadı)”.  Sonradan “ Ten Little Niggers ( On Küçük Zenci)” olarak değiştirmişler. Kim yaptıysa eline sağlık, bence tam da yerinde olmuş.

Kitapta en sevdiğim detaylardan biri ise klasik gerilim unsurlarında uzak oluşuydu. Normalde sorunlu evler hep eski, kapıları gıcırdayan evler olurken hikayenin geçtiği yer son derece modern, yeni ve konforluydu.

Ayrıca evin oturma odasında on küçük zenci biblosu var ve her biri öldüğünde bir biblo esrarengiz bir şekilde kırılıyor. Çok iyi değil mi?

Kısacası kitabı çok sevdim.  Elimden bırakamadım, iki günde bitti. Son derece açık, anlaşılır, doğrudan sonuca giden ve aynı zamanda şaşırtıcı bir eserdi. Konunun kusursuz denebilecek kadar mantıklı bir açıklaması vardı. Ben Agatha Christie’nin diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum ve size de öneriyorum.