OLDUĞUN YERDE KAL

Olduğun Yerde Kal




Olduğun Yerde Kal, genellikle Çizgili Pijamalı Çocuk adlı kitabıyla tanınan John Boyne’un kaleme aldığı bir kitap. Kitap 2014 yılında basılmış dünya genelinde beğeni toplamıştır. Her ne kadar yazarın en başarılı kitabı Çizgili Pijamalı Çocuk olarak gösterilse de bence yazarın en başarılı kitabı açık arayla Olduğun Yerde Kal’dır.

Kitabın konusuna gelicek olursak, kitap beş yaşında bir çocuğun gözünden savaşı anlatıyor. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Alfie’nin babası da orduya gönüllü olarak katılan askerler arasında. Her ne kadar annesi ve büyükannesi buna karşı çıksa babası onları asla bırakmayacağı sözünü vererek savaşa gidiyor. Ancak hedeflediği tarihte dönmüyor.

Savaş dört yıl sürüyor, Alfie babasından uzak büyüyor. Annesi ise Alfie’ye babasının gizli bir görevde olduğunu, bu yüzden onlara mektup yazamadığını veya ziyarete gelemediğini söylüyor. Bu şekilde Alfie’nin babasıyla olan bütün iletişimi kopuyor. Savaş tüm acımasızlığıyla sürüyor, Alfie'nin ruhunda fırtınalar kopan fırtınalar dinmek bilmiyor.Babasının öldüğünü düşünüyor.Ta ki babasından bir ipucu bulana dek. Alfie o günden sonra babasının nerede olduğunu bulmak için uğraşıyor. Hem de bunu dünyadaki en iyi şey uğruna yapıyor: sevgi uğruna...

John Boyne benim en sevdiğim yazar.Ve bence Olduğun Yerde Kal onun en iyi eseri. Yazarın diğer kitaplarını da okudum, hepsini de tavsiye ederim. Bir çoğu savaşı çocukların gözünden anlatıyor ve bunu o kadar güzel yapıyor ki gözleriniz dolarak okuyorsunuz.

Sadece çocuklara değil yetişkinlere de tavsiye ediyorum. Eğer sevginin gücüne inanıyorsanız kesinlikle okuyun derim.

Her kitap tavsiyesinde yaptığım gibi kitaptan en çok sevdiğim satırları yazarak bitiriyorum.

" Noel'den önce biter demişlerdi,ama hangi Noel olduğunu söylemediler. O günden bu yana dört Noel geçmiş, hatta beşincisi ufukta gözükmüştü bile. Ancak savaşın bitmeye niyeti yoktu."

Okursanız yorumlara yazmayı ve bizi Instagram'dan takip etmeyi unutmayın.☺

ON KÜÇÜK ZENCİ

ON KÜÇÜK ZENCİ


Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, aslında ben bu tarz kitapları okumam. Cinayet ve suç romanlarını sevmem çünkü. Ama bu kitap tüm ön yargılarımı yıktı. On Küçük Zenci, Agatha Christie’nin okuduğum ilk kitabıydı. Kesinlikle hayatımda okuduğum en iyi beş kitap sıralamasına girebilir. Eğer siz de bu tarz kitapları seviyorsanız yaşınız kaç olursa olsun kesinlikle okuyun derim. Sevmiyorsanız da benim gibi yapın, kitaba bir şans verin.

Kitabın konusuna gelirsek; her birinin gizledikleri ve korktukları sırları olan on kişi, son zamanlarda çok meşhur ve gizemli olan Zenci Adası'ndaki büyük bir malikaneye çeşitli sebeplerle davet edilirler. Ancak bir sorun vardır, hepsini farklı sebeplerle adaya çağırmış olan U. N. Owen ortalıkta değildir. Geçmişteki karanlık sırlarından başka hiçbir şeyleri olamayan bu insanlar Zenci Adası’nda tutsak kalırlar. Ve birer birer ölmeye başlarlar…

Garip olan şudur ki ölenler her birinin yatak odasında bulunan bir tekerlemedeki gibi ölmeye başlarlar. Tekerleme aynen şöyledir:

"On küçük zenci yemeğe gitti,
Birisinin lokması boğazında kaldı ve kaldı dokuz.

Dokuz küçük zenci çok geç yattı,
Sabah biri uyanamadı, kaldı sekiz.

Sekiz küçük zenci Devon'da geziye çıktı,
Biri kayboldu, kaldı yedi.

Yedi küçük zenci odun kırdı,
Biri baltasıyla kafasını yardı, kaldı altı.

Altı küçük zenci kovanla oynadı,
Bir yabanarısı, içlerinden birini soktu, kaldı beş.

Beş küçük zenci mahkemeye gitti,
Biri idam cezası aldı, kaldı dört.

Dört küçük zenci denize gitti,
Birini balık yuttu, kaldı üç.

Üç küçük zenci hayvanat bahçesine gitti,
Birine ayı sarıldı, kaldı iki.

İki küçük zenci güneş altında oturdu,
Birini güneş çarptı, kaldı bir.

Bir küçük zenci tek başına kaldı.
Gidip kendisini astı 

Ve hiçbiri kalmadı"


Kitabın orijinal adı “And Then There Were None ( Ve Sonra Hiçbiri Kalmadı)”.  Sonradan “ Ten Little Niggers ( On Küçük Zenci)” olarak değiştirmişler. Kim yaptıysa eline sağlık, bence tam da yerinde olmuş.

Kitapta en sevdiğim detaylardan biri ise klasik gerilim unsurlarında uzak oluşuydu. Normalde sorunlu evler hep eski, kapıları gıcırdayan evler olurken hikayenin geçtiği yer son derece modern, yeni ve konforluydu.

Ayrıca evin oturma odasında on küçük zenci biblosu var ve her biri öldüğünde bir biblo esrarengiz bir şekilde kırılıyor. Çok iyi değil mi?

Kısacası kitabı çok sevdim.  Elimden bırakamadım, iki günde bitti. Son derece açık, anlaşılır, doğrudan sonuca giden ve aynı zamanda şaşırtıcı bir eserdi. Konunun kusursuz denebilecek kadar mantıklı bir açıklaması vardı. Ben Agatha Christie’nin diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum ve size de öneriyorum.


INTERSTELLAR

INTERSTALLER

Interstellar ( Yıdızlar Arası) Cristopher Nolan tarafından yönetilen epik bilimkurgu türündeki 2014 yapımı Amerikan filmi. Başrol olan Cooper rolüne ise  Matthew McConaughey hayat veriyor.

Filmin konusuna gelecek olursak, yakın gelecekte tahıl ürünlerinin ölmesine sebep olan bir küf mantarı yüzünden medeniyet gerileyerek, tarım toplumu seviyesi düşmüştür. Eskiden NASA'da pilotluk yapan Cooper da bu küften etkilenen çiftçilerden biridir. Medeniyet gerileyip dünya alarm verme sınırına geldiği günlerde, Cooper'ın eski iş arkadaşları ona bir iş teklifi ile geliyorlar. Son zamanlarda dünyada meydana gelen farklılıkların sebebi altında yatan korkutucu detayları onunla paylaşırlar. Dediklerine göre yaptıkları araştırmaların sonucunda, dünyanın suyu çıkmış ve onlar dünya gibi yaşanabilirlik özelliğinin olduğu birkaç gezegen tespit etmişler. Ve gidip o gezegenleri kontrol etmeleri için bir gurup hazırlıyorlar. Doğal olarak bu guruba bir pilot gerekiyor ve ellerindeki en iyi pilotun Cooper olduğuna karar kılıyorlar. Ve tabi ki bu tarz her filmde olduğu gibi insanlığın geleceği Cooper ve gurubun elinde. Üstelik Cooper bu görevden ne zaman döneceği, dönüp dönmeyeceği, dönerse dünya ve çocukları ne halde olacağı belli değil. Bu arada demeden geçemicem Cooper karar verme aşamasındayken on yaşındaki kızı Murph odasında bir hayalet olduğunu söylüyor. Ama tabi ki babamız 'tabi tabi kesinlikle' tarzında tepkiler veriyor. Zaten bir kere şu çocuk karakterlerin dediğine inanın. Hayalete dikkat, filmin ilerleyen dakikalarında bu karşımıza çıkacak. Ayrıca çocuğa inanmadınız, bakın sonra neler yaptı.

Ben filmi beğendim, sürükleyici bir hikayesi ve beklenmedik bir sonu var.Bazen duygusallık tavan yaparken, bazen de gerilmekten kasılıyorsunuz. Gerçekten film bittiğinde senaristlere helal olsun diyorsunuz. Kesinlikle izlemenizi öneririm. Sizin için farklı bir deneyim olacaktır.













































OMNISCIENT




OMNISCIENT


Omniscient Pedro Aguilera tarafından yayınlanan ve Carla Salle, Sandra Corveloni ve Jonathan Haagensen'ın oynadığı Brazilya mini bilim kurgu dizisidir.Şuana kadar bir sezonu yayınlanmıştır ve sezon 6 bölümlüktür. Dizi çok fazla bilinmese de bence güzel bir bilim kurgu dizisi.

Öncelikle Omniscient’ın ne olduğuyla başlamak istiyorum. Hikâye halkın 7/24 Dronelar’la izlendiği bir şehirde geçiyor. Bu şehirdeki insanlar doğdukları andan öldükleri ana kadar görünmeyecek kadar küçük olan Dronelar’la izleniyorlar. Ama mahremiyet açısından bu görüntüleri kimse ulaşamıyor. Tüm Drone’lar Ana Bilgisayar’a bağlı. Eğer Drone’un sahibi yasa dışı bir şey yaparsa Drone hemen sinyal veriyor ve bu şekilde şehirde kimse suç işleyemiyor. Bu sistemin şirketine de Omniscient deniyor.

Asıl karakterimiz ise Nina. Nina doğduğundan beri bu şehirde yaşıyor. Babası eskiden Sistem için çalışmış. Baba-kızın en büyük hayali ise Nina’nın da Sistem için çalışması. Hayallerinin gerçek olduğu, yani Nina’nın Sistem’de stajyer olup,  ilk değerlendirme toplantısının olduğu gün kızımız eve geldiğinde babasını yerde ölü buluyor. Sırtından vurulmuş bir şekilde ölen adama da ölüm sebebi olarak “doğal nedenler” yazıyorlar. Yani Sistem cinayeti örtbas ediyor. Ama Nina kızımız ne yapıyor, bir başrole yakışır bir şekilde bu işin peşini bırakmıyor. Dizimiz ise Nina’nın babasının katilini bulmak için yaptıklarını anlatıyor.

Ben diziyi sevdim ve yeni sezonunu heyecanla bekliyorum.  Diğer dizilerden oldukça farklı bir konusu var ve bence konu çok yaratıcı. Fragmanını izlediğimde bile etkilendim. Ancak dizide bazı negatif durumlar var. Mesela daha önce Netflix yapımı birkaç dizi bitirdiyseniz sonunu tahmin edebiliyorsunuz. Yani fazla sürprizli bir durum yok.  Netflix’te Türkçe dublajlı hali henüz yok,ancak altyazılı izleyebilirsiniz. Ayrıca dizi biraz yavaş akıyor ama sonuçta 6 bölümlük  (ne kadar sıkabilir ki).

Kısacası ben beğendim ve size de tavsiye ediyorum. Eğer izlerseniz yorumlara yazmayı unutmayın J

OKUMAK İSTİYORUM


OKUMAK İSTİYORUM






Okumak İstiyorum, Aisha Saeed’in yazdığı çok güzel bir çocuk kitabı. Ben kitabı büyük bir zevkle okudum. Kitabın isminden hikâyede tozpembe bir dünyanın anlatıldığını düşünebilirsiniz, ama hiç de öyle değil.  Aslında tam tersi. Hep var olan ama birçok kez insanların görmezden geldiği bazı gerçekleri anlatıyor. Kesinlikle çok çarpıcı ve herkesin okumasını öneriyorum.

Ana karakterimiz olan Emel on iki yaşında ve okumayı çok seviyor. En büyük hayali ise eğitimini tamamlayıp öğretmen olmak. Ancak Emel Pakistan’ın kız çocuklarının ve kadınların değersiz görülüp ev işi ve çocuk bakmaya mahkûm edildiği küçük bir köyünde yaşıyor. Durum şartlarına bakılınca gerçekleşmesi oldukça imkânsız bir hayal bu. Ama Emel içindeki ümidi ve okuma isteğini hiçbir zaman kaybetmiyor. Ta ki bir gün zorba bir toprak ağası Emel’i ailesinden alıp kendi konağında ölene kadar hizmetçilik yapmaya mahkum edene dek.  Kitap;  hayalleri, ümitleri ve özgürlüğü elinden alınan Emel’in yaşadığı yerde bir kız çocuğu olmanın ne kadar zor olduğunu sorgulama hikayesini anlatıyor.

Öncelikle Emel’i çok sevdim . Belki de benim de onun yaşlarında ve okumayı seviyor olmamdandır, neler hissettiğini çok iyi anladım. Eğer sizde de benim gibi azıcık feminist damarınız varsa kesinlikle okuyun. Ben okurken de hiç sıkılmadım, dili son derece anlaşılır ve kolaydı. Yazarın dediğine göre Emel dünyadaki eşitsizliğe karşı durup adalet için savaşan diğer kızları temsil ediyor. Kitabı yayınlamaktaki amacının ise dünyanın dört bir yanındaki cesur kızlara ışık olmak olduğunu söylüyor. Sırf bu yüzden bile okunur bence.

Son olarak kitapta bana en çok dokunan sözleri bırakıyorum:

"Bazen keşke bu kadar dikkatli olmasam diyorum. Belki o zaman bir kız olmanın bu kadar kötü bir şey olduğunu düşündüklerini öğrenmezdim. "

THE RAIN


The Rain


Bugünkü tavsiye dizimiz: The Rain. Danimarka yapımı olan dizimizin ilk sezonu 4 Mayıs 2018, ikinci sezonu 17 Mayıs 2019’da yayınlandı. Gerilim-macera türünde karşımıza çıkan dizi belirli bir kitle tarafından çok seviliyor ve yeni sezonları merakla bekleniyor (o kitlenin içinde ben de varım.). Ben de The Rain dizisini bu tür yapımları sevenlere tavsiye ediyorum ama önce biraz konusundan bahsedeceğim.

Dizimiz yoğun olarak Simone ve Rasmus isimli iki kardeşin hikayesini anlatıyor. Bu kardeşlerin babası Apollon isimli bir şirkette çalışan bilim insanı. Bir gün babası Simone’u alelacele okuldan ( olay sırasında liseye gidiyor) alıyor ve ailecek şehir dışında, ormanın içinde bir sığınağa gidiyorlar. Tüm bunlar olurken şehirde herkes panik havasında. Babası karısını ve iki çocuğu bu sığınağa bırakıyor ve giderken Simone’a ortalıkta bir virüs olduğunu ve yağmur yoluyla bulaştığını söylüyor. Asla ama asla sığınaktan çıkmaması, annesi ve kardeşiyle burada onu beklemesi konusunda uyarıyor..  Ayrıca Simone’a gizemli bir şekilde o zamanlar 10 yaşında olan kardeşi Rasmus’u canı pahasına korumasını istiyor. Çünkü her şeyin kilit noktası Rasmus. Bütün bunları bitirecek çözüm Rasmus'un damarlarında saklı. Simone da Rasmus’u koruyacağına dair söz veriyor. Babası kardeşini ona emanet edip çok yakında geri döneceğini söyleyerek gidiyor.

Bu sığınağa kapandıktan bir süre sonra annelerini de kaybeden ikili yıllarca bir gün babalarının gelip onları alacağı umuduyla yaşıyorlar. Ancak 6 yıl süren bekleyişin ardından babalarında hiç haber alamıyorlar. Çocuklar da tozpembe sabır taşı mübarek. Hayır insan bi umutsuzluğa kapılır babam da mı öldü acaba diye. Yok. Bunlar açlık sınırına gelene kadar o sığınakta babalarını beklemeye devam ediyorlar. Bir gün yolları onlar gibi hayatta kalmış, aç ve yemek arayan bir gurup genç ile kesişiyor. O günden sonra beraber yaşamaya ve yemek bulabilmek için diğer sığınakları aramaya başlıyorlar. Dizimiz de bu gurubun ve iki kardeşin başına gelenleri anlatıyor.

Ben zaten kıyamet sonrası yapımları seviyorum. The Rain’i de sevdim. Eğer benim gibi bu tarz dizi ve filmleri seviyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. Ancak izleyince hayal kırıklığına uğramamanız için bazı şeyler hakkında önceden uyarımı yapıyım. Öncelikle diğer kıyamet sonrası filmlerden pek de farklı değil. Birçok şey başka filmlerden toplanıp bir senaryoya uyarlanmış gibi. Özellikle 2. Sezonda klasik bir Netflix dizisine bağlıyorlar. Sevgilisi olmayan karakter yok. Ve yine 2. Sezonda artık hikaye The Rain değil de The Virus olmuş gibi.Şahsen ben ikinci sezonda hiç yağmurun yağdığı bir sahne hatırlamıyorum. Üstelik uğruna doktoralar yapılıp zar zor diploma alındığı mesleğe sahip olan insanların bulamadığı bir şeyi daha lise mezunu bile olmayan bir kızın bulması da ayrı bir saçmalık.

Her şeye rağmen ben diziyi çok sevdim. 3. Sezonu merakla bekliyorum. Bu arada dizinin final sezonu olan 3. Sezon da 6 Ağustosta netfilix'de yayınlanmaya başlayacak. Kesinlikle tavsiye ederim.

INTO THE NIGHT



Into The Night


Bu haftaki dizi tavsiyemiz: Into The Night. Belçika’nın ilk Netflix orijinal serisi olan dizimiz Jason George’un The Old Axolotl romanından esinlenerek oluşturulmuş bir mini bilim-kurgu dizisi. Dizi 1 Mayıs 2020’de yayına girdiğinden beri çok ses getirdi ve ben de hala izlemeyenler için biraz bilgi vereyim dedim.

 Into The Night ilk bakışta sıradan bir kıyamet sonrası dizisi gibi görünse de konusu aslında oldukça enteresan. Bir gün Güneş ışınları garip bir şekilde insanları öldürmeye başlıyor. Öyle ki yeraltına inenler bile ölüyor ( Nasıl diye sormayın, orasına ben de anlam veremedim.). Ancak NATO’da çalışan bir İtalyan asker Belçika’dan Moskova’ya giden yolcu uçağını kaçırıyor ve bir avuç insan hayatta kalıyor. Tam bunlar ‘Eee biz şimdi nereye gidecez?’ diye düşünürken başrol kızımız cevaplıyor: Into the night (geceye). Bu şekilde takım hep batıya giderek Güneş’ten kaçıyorlar. Ama ne takım. Kulağa Temel fıkrası gibi gelse de her ülkeden numunelik insan var.

-Polonyalı                              -Burda
-Rus ana-oğul                        -Burda
-Faslı                                     -Burda 
- Birkaç Belçikalı                  -Burda
-Psikopat  İtalyan                  -Burda
-Üç İngiliz asker                   -Burda
-Türk                                     -Burda (as bayrakları as)

Evet, bu kafilede bir de Türk var. Ama korkmayın adı Muhammed, Abdullah falan değil, Ayaz. Yürüyen bayrak gibi dolaşılan bu uçakta herkes kendi milletinin özelliklerini taşıyor. Mesela Ayaz dolandırıcı, yardımsever, merhametli, Polat Alemdar gibi bir türlü ölmeyen ve dünyanın sonu gelse dahi ülkesine laf edene ‘Adam ol’ mesajını veren (bence o sahneye bi Osmanlı tokadı yakışırdı) bir adam. Ayrıca dizide her bölümde farklı bir karakterin geçmişine gidiyoruz -ki bence bu çok güzel bir detay.

Ancak dizide ciddi mantık hataları var. Eğer hasta bakıcısının adamı ampute etmesi ve helikopter pilotunun YOUTUBE'TAN VİDEO İZLEYEREK yolcu uçağı indirmesi gibi olaylara takılmazsanız harika bir dizi.

Şuana kadar sadece bir sezon çıktı ve bölüm süreleri yaklaşık yarım saat. Her bölüm çok heyecanlı ve acayip bir şekilde kendini izlettiriyor. Dizi 6 sezon olarak planlanmış. Ben diğer sezonları merakla bekliyorum. Hala izlemediyseniz bi bakın derim.

KUKLACI ÇOCUK


Kuklacı Çocuk





Tavsiye edeceğim yeni kitap Kuklacı Çocuk. Kitap 2000 yılında basıldı. Eva Weaver tarafından kaleme alınan roman, 1940’lı yıllarda Varşova’da yaşayan Mika isimli Yahudi bir çocuğun savaştan nasıl etkilendiğini konu alıyor. Almanlar Polonya’yı işgal edince hayatı birden değişen 15 yaşındaki çocuk, Yahudi olduğu için annesi ve büyükbabası ile Getto denen toplanma alanlarına yerleşmeye zorlanıyor. Gettoda açlık ve her gün zorlaşan yaşam şartları altında yıllarını geçiriyor.

Mika’ya kuklacı denmesinin sebebi ise kağıt hamurundan ve eski bez parçalarından kukla yapıyor olması. Teyzesinin kızı Ellie ile birlikte gettonun hastanesindeki çocukları son günlerinde eğlendiriyor. Bence kitaptaki en iyi olaylardan biri de bu. Ölüm döşeğindeki,bir hafta sonra geldiklerinde orada olup olmayacaklarını bilmedikleri çocukların hikayelerini öğreniyorsunuz.

Kitaptaki esas eşya ise Mika'nın paltosu.  Kendisine oldukça büyük gelen bu paltonun içinde bir sürü derin cep bulunuyor. Öyle ki Mika da ilk kuklalarının malzemelerini oradan buluyor.( Paltoyu nereden ele geçirdiğini söyleyemem çok büyük spoiler olur). Mika da hiç istememesine rağmen zorla Alman askerlerine gösteri yapmak için Getto’dan dışarı çıktığında paltosunun altında küçük çocukları karşı taraftaki Hristiyan ailelere vererek onlara yeni bir hayat sunuyor.

Mika Polonyalı bir Yahudi olduğu için Alman askerlerinden biri onu korumaya çalışıyor. Bu askerin adı ise Max. Max her zaman Mika’ya yardım etmeye çalışıyor. Ona yiyecek veriyor, diğer askerlerden koruyor vb. Kitaptaki en sevdiğim nokta ise Max ve Mika’nın yolları ayrıldığında bile hala Max’in hikayesini öğreniyor olmamız. Yani kitabın bir kısmında Max’in hikayesini okuyoruz.

Ben genel olarak kitabın konusunu sevdim. Her ne kadar ana karakter olan Mika’yı pek sevemesem de diğer karakterlerin yansıtılışı oldukça iyiydi. Mika’yı neden sevmediğimi de yazmak isterdim ama serideki çok kilit noktalardan birini açıklamak zorunda kalacağım. Ama şöyle söyleyeyim, Mika’nın yaptığı şeyler ne kadar cesurca olsa da o cesur birisi değil. O savaşmaktan çok kaçmayı seçenlerden. Bu yüzden Mika yerine Ellie’yi daha çok seviyorum.

Son olarak her kitap tavsiyesinde yapmayı planladığım gibi kitabın arka kapağında yazan ve benim de çok beğendiğim cümleleri yazarak bitiriyorum.


       "Bu bir hayatta kalma hikayesi. Kıtalara ve nesillere yayılan, Varşava'dan Sibirya'nın esir kamplarına uzanan, savaşın kaosu içinde karşılaşmış iki hayatın destansı yolculuğu..."









































THE SILENCE

  

The Silence





The Silence, (yani sessizlik) filmi John R. Leonetti’nin yönettiği bir hayatta kalma korku filmi. 2019 yapımı film Tim Lebbon’un 2015’te aynı adla yazdığı korku romanının film versiyonu. Ana karakteri ise Kiernan Shipka, Ally Andrews karakterine hayat vererek canlandırıyor.


Filmin konusuna gelecek olursak, Ally dört yıl önce geçirdiği trafik kazasında hem büyükanne ve büyükbabasını, hem de işitme yetkisini kaybediyor. Kendisinin ve ailesinin işaret diliyle tanışması ise bu şekilde oluyor. Bir gün bilim insanları yüzyıllardır kapalı olan bir mağaranın içine giriyorlar. Bu mağarada evrim geçirmiş yarasa tarzında canavarlarla karşılaşıyorlar. Bunlar öyle canlılar ki mağara giren ekibi parçalıyorlar. Dışarı çıkan canlılar her yere yayılıyor. Bilim insanları bu canlıların göremediğini, yalnızca duyabildiklerini açıklıyor. Yani ses çıkarmadığınız sürece sizi fark etmiyor, dolayısıyla saldırmıyorlar. Hikâyemiz de Ally ve ailesini sessizliğin güvenlik anlamına geldiği bir dünyada hayatta kalma mücadelesini anlatıyor.

Ben fazla saçmalamadıkları sürece bu tarz filmleri seviyorum. Bu filmi  beğensem de bence senaryoda boşluklar vardı. Senaristler de bu boşlukları saçma sapan yollarla doldurmaya çalışmış gibiler. Ne kadar başarılı olduğu ise tartışılır. Ayrıca hikâye bitmeden film bitiyor, yani filmi ikincisi çıkabilir. Ancak yapımcılar şimdilik bir açıklama yapmadı.

Kısacası filmdeki bazı şeyleri sorgulamazsanız çok güzel bir kıyamet sonrası filmi. Eğer bu tarz filmleri seviyorsanız keyifle izlersiniz. Tavsiye ederim.





























LOCKE & KEY

Locke & Key

                                                          

                Bloğumuzun ilk dizi önerisi için seçtiğimiz dizi Locke & Key… It filmindeki yönetmenliği ile tanınan Andy Muschietti’nin yapımcıları arasında yer aldığı bir Amerikan yapımı Dram-Fantezi dizisi. İlk sezonu 7 Şubat 2020 tarihinde yayınlanan dizi, her ne kadar çok bilinmese de benim Netflix’de yeni sezonunu en çok merakla beklediğim diziler arasında. Yapımın başrollerini ise Emillia Jones, Connar Jessup ve Jackson Robert Scott üç kardeşi canlandırarak paylaşıyor.

                Dizinin konusuna gelecek olursak; bir lisede öğretmen olan babaları gözlerinin önünde öldürülen Locke kardeşler annelerinin zoruyla babalarının doğup büyüdüğü kasabadaki aile yadigarı malikanelerine, malikane de değil mini saraylarına taşınırlar. Zaten dizideki esas sorun da bu ev. Orası öyle bir yer ki yerel halk olarak Anahtarlı Ev olarak adlandırılıp, lanetli olarak tanımlanılıyor. Bölgenin tarih kitaplarına bakıldığında evi görebiliyorsunuz, o derece. Ve çoğu fantastik filmde olduğu gibi gene bela en küçük kardeşi buluyor. En küçük kardeşimiz Bode, evde yalnızken bazı anahtarlar buluyor  ve bu anahtarların sıradan olmadığını, süper-fantastik şeyler yaptığını anlıyor. Seni istediğin yere götürüyor, birinin KAFASININ İÇİNE girmeni sağlıyor falan.

                Ve her yapımın olmazsa olmazı, kötü karakter Doge. Bu kadın anahtarları ele geçirmek istiyor, özellikle de Kafa Anahtarını. Dizinin olayı da üç kardeş Tyler, Kinsey ve Bode bir yandan bu kötü kadından anahtarları korurken, bir yandan da babalarının ölümü hakkında pek çok ürkütücü gerçeği öğreniyor.

                Dizide hemen her karakteri sevmeme rağmen Doge dışında sevmediğim bir karakter daha var. O da annemiz Nina. Kocasının gözlerinin önünde öldürülmesine rağmen çocuklarına ( hatta hayata) karşı fazla polliyanna. Bahsettiğim çocuklardan Kinsey ve Tyler 17-18 yaşlarında olmalarına rağmen.

                Her ne kadar bir Netflix yapımı olduğu için efekler bazı sahnelerde gözümüze sokulsa da bence dizi oldukça başarılı. Tek oturuşta izlenebilecek, bölüm sürelerinin kısa olduğu bir internet dizisi. Sadece dublajsız izlemenizi öneririm.

                Kısaca ben diziyi oldukça beğendim ve yeni sezonu merakla bekliyorum. Size son bir tavsiye, son bölümün son sahnelerini izleyinceye kadar diziye bitti demeyin.


GÜZELLİĞİN PORTRESİ

Güzelliğin Portresi

                Blog’umuzun film bölümünü bir gerilim-drama filmi ile açıyorum.

                Güzelliğin Portresi; Umut Turagay’ın yönettiği, BKM ve CJ Entertainment yapımı bir gerilim drama filmi. Başrolleri ise Burçin Terzioğlu ve Birkan Sokullu paylaşıyor. 13 Aralık 2019’da vizyona giren filmi Netflix ve Google Play Filmler ve TV adreslerinden bulabilirsiniz.

                Konuya gelirsek, filmimiz daha ilk dakikalarda bir cinayetle başlıyor. Ölen adam kocaman bir evde tek başına yaşayan garip bir ressam.  Burçin Terzioğlu’nun canlandırdığı Nisan da bu ressamın kızı. Babasının esrarengiz ölümünün ardından yıllar önce terk ettiği evine dönen genç kadının unutmaya çalıştığı geçmişi tekrar gün yüzüne çıkıyor. Saray yavrusu gibi evde olan tuhaf olayları sadece Nisan ve kızı Alin fark ediyor.

                Ben filmi beğendim. Çocuk oyuncu dahil oyunculuklar çok iyiydi. Zaten filmde topu topu 6 karakter var. Oyuncu seçimleri de izleyicileri ters köşe yapmaya çok müsaitti (Ne demek istediğimi izleyince anlayacaksınız.). Aynı zamanda bizim de 3 harflisiz, gulyabanisiz film yapabildiğimizi görmek hoşuma gitti. Tam biz böyle derken bilin bakalım ne oldu? Senaryo Güney Kore’den ithal çıktı. Evet, aynı senaryo Güney Kore ve Tayland’da da film edilecekmiş. Zaten dikkatli izlerseniz yabancı içerikler olduğunu anlayabilirsiniz (Cenazede şarap ikram etmeler, tabutla fotoğraf çektirmeler falan).

                Film 2 saat 7 dakika olmasına rağmen ailece gece 12’de ışıklar kapalı 2 kez izledik. Bir solukluk film derler ya aynen öyle. Abartı yok, tatlış tatlış geriyor insanı. Herkese tavsiye ederim.


PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI - Dünyanın Tüm Çocukları Pal Sokağı'ndandır!

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI 

– Dünyanın Tüm Çocukları Pal Sokağı’ndandır


                Blog’umuzun ilk kitap değerlendirmesini  yazmaya  başlıyorum.  Bu kitabın Pal Sokağı Çocukları olması da beni ayrıca heyecanlandırıyor.  O zaman fazla uzatmadan kitaba geçiyorum.

                 Pal Sokağı Çocukları Macar oyun yazarı ve öykücü Ferenc  Molnar’ın kaleme aldığı bir çocuk kitabı. Öncellikle kitabın tarihçesi hakkında biraz bilgi vereyim.  Kitabın oldukça ilginç bir geçmişi var. Bundan yaklaşık 100 yıl önce Kornel Rupp isimli bir edebiyat öğretmeni  çıkaracağı okul gazetesi için eski öğrencilerinden destek almaya karar veriyor. Bu sayede o zamanlar bir gazeteci ve hikaye yazarı olan Ferenc Molnar’a  okul gazetesine bir şeyler yazması için teklif geliyor. Molnar da eski hocasını kırmamak için oturduğu masadan Pal Sokağı Çocukları’nın birinci bölümünü yazarak kalkıyor.  Sonraki haftalarda da diğer bölümler geliyor.  Sizce de çok ilginç değil mi? Hepimizin en azından adını duyduğumuz  Pal  Sokağı  Çocukları ilk olarak okul gazetesinde her hafta yayınlanan düzenli bir yayınmış.  1907’de kitap haline gelen batı edebiyatı klasiğimiz beş kere film konusu olmuş.

                Konuya gelirsek ; kitabımız kendilerine ‘ Pal Sokağı Çocukları’ diyen yoksul bir çocuk grubunun ‘ Kızıl Gömlekliler ‘ denen zengin çocuklardan canlarından çok sevdikleri Arsa’larını koruma mücadelesini anlatıyor. Evet, kabul ediyorum dili biraz ağır. Eğer kitap okumayı sevmiyorsanız ve ailenizin zoruyla okuyorsanız  işkenceden  farksız  gibi  gelebilir. Benim de bazen bunaldığım oldu. Ama ‘Eğer herkes beğeniyorsa vardır bir bildikleri’ diyerek okudum. Hiç pişman değilim. Siz de bana güvenin. OKUYUN. Gerçekten hiçbir şey kaybetmeyecek, aksine çok şey kazanacaksınız. Hayatımda hiçbir film ya da kitap yüzünden ağlamamış olan ben bile son sayfayı çevirince bir süre kendime gelemedim.

                20 yıl sonra bile ‘ İyi ki okumuşum’ diyeceğim bu kitabın en çok etkilendiğim o son cümlelerini yazarak bitiriyorum.

            ‘Basit çocuk ruhunda derinden derine bir şeyler değişiyordu: Hayata dair, hani içinde hepimizin bazen neşeli, bazen kederli köleler olduğumuz hayata dair, bazı gerçekleri kavramaya başladığını hissediyordu.’