YEŞİL YOL

       YEŞİL YOL

 
 
     Hazır yaz tüm güzelliğiyle ortadayken, güneş parıl parılken neden evde oturup acayip düzeyde etkileyici, azcık duygusal bir yapınız varsa ruhunuza işkence gibi gelebilecek bir film izlemeyelim ki? Bahsettiğim Yeşil Yol filmi, 1999 yapımı ödüllü bir dram filmi. Yönetmenliğini ve senaristliğini Frank Darabont yaptı. Stephan King'in aynı adlı romanından uyarlanan film, $290.701.374 haılat yaptı. Başrollerinde ise Tom Hanks ve Michael Clarke Duncan yer alıyor. 
 
    Film ise 1999 yılında bir huzurevinde Top Hat filmini görünce duygulanan ve yıllardır sakladığı geçmişini huzurevindeki kız arkadaşına açan 100 küsur yaşındaki Paul Edgecomb'un hikayesini anlatıyor. Asıl adamımız olan Paul, 1932 yılında hapishanede çalışan bir idam görevlisi. Yani işi idam cezası almış mahkumları idam tarihi gelene kadar demir parmaklıklar arasında misafir etmek, daha sonra da onları son yolculuklarına uğurlamak. Bir gün kendisine idam ettirmek üzerine getirilen John Coffey isimli korkutucu görünümlü bir adamla tanışır. John iki küçük çocuğunu öldürmekten hüküm giymiştir. Ancak Paul John'un ürkütücü ve devasa gövdesini altında yatan yumuşacık kalbi fark eder ve iki küçük kızı öldüreceğine inanmaz. Ayrıca kısa bir zaman sonra bu adamın normal bir insan olmadığını fark eder. Ancak John hüküm giymiş bir mahkumdur ve belirli bir tarihte idam edilecektir. Üstelik bu idamı Paul'un yönetmesi, yani onu öldürmesi gerekecektir. 



    Peki bu yeşil yol ne demek? Şöyle açıklayayım, bu mahkumların tutulduğu hücrelerin bulunduğu koridor yeşil. Yani olayların geçtiği, hem ağlatan hem güldüren yer. O yola ithafen de filmin adı Yeşil Yol.

    Filmde ise John Coffey dışında diğer mahkumları da tanımakla kalmıyor, hayatlarına dahil oluyoruz. Yani bir nevi ölecekleri olan mahkumlar ve orada çalışan idam görevlileri arasındaki ilişkiyi görüyor ve beraber geçirdikleri kısacık zamana tanıklık ediyoruz. 

    Ben filmi çok sevdim. Çok eski bir yapım olsa da gayet iyi. Ancak öyle bir oturuşta izlenebilecek bir film değil. Tam 3 saat sürüyor ancak bir kitaptan uyarlandığı için bana normal geldi. Eğer siz de benim yaptığım gibi bölüm bölüm izlerseniz hiç sıkılmazsınız. Eğer izlerseniz veya izlediyseniz yorumlarınızı aşağı bırakmayı unutmayın :)

Kadife Pantolonlu Çocuk

KADİFE PANTOLONLU ÇOCUK


         Etkileyici bir kitapla yeniden ekranlarınızdayız. Kadife Pantolonlu Çocuk, benim iki günde bitirdiğim bir kitaptı. Bitirince uzun bir süre etkisinden çıkamadım, sahip olduklarımın değerini daha iyi anladım. Bir kız çocuğu için ‘kanatlarını kırmayan bir aileye sahip olmanın’ ne kadar önemli bir şey olduğunu gördüm. Ve bu yüzden herkesin okumasını öneriyorum.

                Öncelikle kitabın arka yüzünde yer alan bir soruyu cevaplayarak başlayacağım: “Bacha posh nedir bilir misiniz?”. Bacha posh Afganistan’da hiç erkek çocuğu olmayan ailelerin evin genellikle en küçük kızını pantolon giydirmek, saçını kesmek, ismini değiştirmek, okulda erkek sınıfına gitmesini sağlamak gibi değişikliklerle erkeğe çevirmesidir. Böyle yapınca ailenin şansının artacağına, bir sonraki doğacak olan çocuğun erkek olacağına inanıyorlar. Birkaç ufak değişiklikle kızın tüm imkânların değişebiliyor. Kendine güveni artıyor. Değerli olduğunu hissediyor. Öte yandan erkek görüntüsünün altında yine aynı kişi yatıyor. Küçük kız ergenlik çağına gelmeden tekrar eski haline dönüyor. Hayatına yeniden daha az özgür ve geri planda olarak devam ediyor.

                Bacha posh âdetinin var olma sebebi ise erkeklerin kızlardan daha değerli ve ulaşılması güç olduğunu belirtmek. Üstelik bu kitap geçmişi değil, günümüzü anlatıyor. Çünkü erkeklerin kızların yapamayacağı her şeyi yapabileceğine dair olan inaç hala hâkim. Oysa yazarın da dediği gibi; bir çocuğun cinsiyetini bir kenara bırakıp kalbini görmeye başladığımız an, kız ya da erkek olması fark etmeksizin neler yapabileceğini görebileceğiz.

               Kitaptaki hikayede ise  Obayda Afganistan’da yaşayan 10 yaşında bir kız çocuğu. Babası geçirdiği trafik kazası sebebiyle psikolojisi bozulunca yengesi ( hani her ailede olan, dedikodu düşkünü, ortamı karıştıran yenge vardır ya, heh işte o) Obayda’yı bacha posh yapmayı öneriyor.  Eğer erkek çocukları olursa babasının psikolojisinin düzeleceğini söylüyor. Bu şekilde Obayda erkek oluyor. Hiç bilmediği bir dünyada kaybolmaktan korkan Obayda’nın yolu Rahim ile kesişiyor. Kitap da onların dostluğunu anlatıyor.

                Ben bu tarz kitapları seviyorum ve yaşa bakılmadan okunması gerektiğini düşünüyorum. Zaten daha önce de buna benzer bir kitap önerisinde bulunmuştum (Linkini aşağıya bırakıyorum). Bence herkes okuyup sahip olduklarının değerini bilmeli.

“Bir erkek gibi davranmaya çalışmak yeni bir dil öğrenmeye benziyordu ve ben kelimeleri bulmakta zorlanıyordum.”

https://tavsiyehatti.blogspot.com/2020/06/okumak-istiyorum.html

LOST IN SPACE

Lost In Space

 

                Kendileri benim Netflix’de izlediğim ilk üç diziden biri. Her şeyden önce söylemeliyim ki kesinlikle aile ortamında izlenilebilecek bir bilim kurgu dizisi. Aile ortamı dediysem, öyle fazla çocuksu değil. Seviyeli,  güzel ve kendini izlettiren bir yapım. İlk sezonu Nisan 2018’de, ikinci sezonu Aralık 2019’da yayınlandı. Korona izin verirse üçüncü sezon olan final sezonu da 2021 sonu, 2022 başı gibi yayınlanacağı umuluyor.

                Dizinin konusuna gelecek olursak, anneleri uzay mühendisi, babaları asker olan bir aile dünyaya bir göktaşı çarpacağı, bunun sonucunda gezegenin üzerini kaplayan toz tabakasının yüzyıllarca tepelerinden gitmeyeceğinin haberini alırlar. Bilim insanları o dönemde dünya gibi yaşanılabilirlik özelliği taşıyan bir gezegen bulur ve insanların bir kısmını o gezegene götürecek Direnç adındaki uzay mekiğini yaparlar. Bu mekiğe bağlı Jüpiter isimli ailelere özgü daireler gibi uzay gemiciklerine benzeyen şeyler var. Hepsine ad bulamamış olmalılar ki Jüpiter 1, Jüpiter 2 gibi numarayla adlandırılıyorlar. Her aile için bir tane, bizimkilerinki ise Jüpiter2 .

                Her şey tamamdır. Robinsonlar yeni gezegene doğru yola çıkarken birden Direnç arıza veriyor ve bu Direnç’e bağlı Jüpiterlerden bazıları Dirençten kopup uzayda sürüklenirken bir gezegene iniyorlar. Ve tabii ki en küçük kardeş Will (umarım her Will adı geçtiğinde Stranger Things’ den bahsediyormuş gibi hisseden tek kişi ben değilimdir) bu gezegende bir robot adam buluyor. Ve bu robot adam Will’in arkadaşı olup bu aileyi korumaya çalışıyor. Robinsonlar bir yandan bir arada kalmaya çalışırken bir yandan da Direnç’e ve diğer insanlara ulaşmaya çalışıyorlar.

                İlk sezon hakkında spoiler vermemek için ikici sezonun ne anlattığını söylemeyeceğim. Tek söyleyebileceğim ikinci sezon da birinci sezon da gerçekten adamı fıtık edecek yerlerde bitiyor. İki sezon boyunca sürekli tam artık kurtulduk derken tekrardan uzayda kayboluyorlar. Dizideki en sevdiğim detay ise ilk sezonda bahsedilip lafı bile çok edilmeyen küçük detayların, ikinci sezonda karşımıza çıkıyor olması. Benim dizilerde bu tarz hatırlatmacaları görmek hoşuma gidiyor.

                Ben diziyi çok sevdim. Fazla çocuksu değil, seviyeli. Yani anlayacağınız Netflix’de karşılaşmanız zor bir dizi. Kesinlikle diziye bir şans verip başlayın derim.


ARILARIN ZAMANI


 ARILARIN ZAMANI
 
Bugün sizlere çok güzel bir kitabı tavsiye edeceğim. Arıların Zamanı (orijinal adıyla Hour Of The Bees) Lindsay Eager’ın yazdığı bir gençlik romanı. Kitap 372 sayfa ama hiç sıkmıyor, ben çok kısa bir zamanda bitirdim ve bitirir bitirmez de bilgisayarın başına geçtim. Fazla uzatmadan konuya geçiyorum.

Kitap 12 yaşındaki Carol’un demans hastası büyükbabasının yanında geçirdiği yaz tatilini ve bu tatilin onun üzerinde bıraktığı etkisini anlatıyor. Carol’un büyükbabası Sergio, New Mexico’nun güneyinde bir çölde yaşayan demans hastası yaşlı bir adam. Çölde yüzyıllardır yağmur yağmadığı için kuraklık çöldeki hayatı da kurutmuş. Yani yaşlı adam yıllardır çölde tek başına yaşıyor. Ancak bunamanın çok ileri bir evreninde olduğu için bu artık imkânsız. Carol’un babası da bu işe bir dur diyor, Sergio’yu Seville Huzur Ve Bakımevi’ne göndermek ve yıllardır ailelerinin olan çiftlik evini satmak üzere boşaltmak için bütün aileyi toplayıp çiftliğe(yani çölün ortasına) getiriyor. Ancak bu işte bir iş var. Çünkü 1. kural Carol’un 12 yıl önce ölen büyükannesi Rosa’dan hiç bahsetmemek. Carol ilk başta bu ıssız çölün ortasında yaz tatili harcayacağı için üzülürken zamanla büyükbabasının çekimine kapılıyor. Demans hastası adamı anlattığı bir masalda geçmişi sorguluyor. Ancak bir süre sonra gerek ve hayal birbirine karışmaya başlıyor.

Babası ile büyükbabasının yıllardır görüşmemesine sebep olan sır nedir? Aile, kök ne demektir? İmkânsızın sınırları nerede başlar? Carol bu soruların cevaplarını ararken büyüyor; sevginin, aile bağlarının ve yuvanın gerçek anlamını hem anlıyor hem anlatıyor.

Ben kitabı çok beğendim. Üstelik tek beğenen ben değilim ki kitap 2017 Yılı ILA Çocuk ve Gençlik Kitapları Ödülü’nü ve Uluslararası Latin Kitap Ödülü’nü kazanmış. Hazır yaz tatili başlamış ve kitap okuyacak vakit artmışken okuyun derim.

“Ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum. Belki bir yıl, belki bin yıl. Ama bir şeyi çok iyi biliyorum: Ne kadar yaşadığının hiçbir önemi yok. Önemli olan sana verilen zamanı nasıl değerlendirdiğin.

'Ölmekten korkma ama yaşamaktan da korkma’ demişti büyükbabam bana .

Ben artık yaşamaktan korkmuyorum.”